İnsan içerisinde doğduğu yaşamda, hiç anlamadığı bir konuda önce bilimsel tanımlamaları yapar ve ardından da bunu anlamlandırmaya, daha doğrusu işler bir mekanizmaya oturtmaya çalışırken aslında bir vesayet sistemi kurar. Bu yaklaşım biçiminin “tanımlama” açısından bir sorunu yoktur, gördüğünü anlatır, önce gördüğü detayların hangilerinin diğer örneklerde de istikrarla yinelediğini gözlemler, yani örnekler arasındaki sabit tekrarlamaları bulur. Sonra da bunlara kendi bilgi birikimi çerçevesinde isimlendirmeler yapar. İsimlendirmeler daha çok önceden bildiklerine benzetmeler şeklindedir, mesela keseye benziyorsa “kese biçiminde” der, ağ oluşturma eğilimindeyse “pleksus” olarak adlandırır. Bu adlandırmalar biçimsel olduğunda daha az sorunludur, zira kime gösterseniz aynı ada erişecektir. Adlandırmalar mitolojik figürlerle ilişkili olarak da verilir, mesela “Aşil tendonu”, daha seyrek olarak işlevsel özellik ada yansıtılır. Adlandırmadaki işler işte kısmen burada karışır, zira işlevsel adlandırmalar bizim algımıza dairdir, biçimsel olanların aksine ondan sonrasında konuyu okuyanları bir şekilde bağlayıcı olur, bu nedenle işlevsel özelliği tam yansıtacak şekilde verilmelidir, örneğin “sülfasyon faktörü” olarak adlandırılan bir molekülün etkisinin içeriğin sülfür miktarını artırmak olduğu anlaşılır. Sonraki gelenler bu molekülleri yeniden sınıflayıp, dizi benzerliklerine göre “insülin benzeri büyüme faktörü 2” olarak yeniden adlandırdıklarında işlevsel anlam kaybolur. Dolayısıyla özellikle işlevsel adlandırmalarda ilk ismi veren genellikle en doğrusunu seçmiştir, müdahale edilmemesi en doğru seçenektir. Ve elbette unutulmaması gereken bir diğer durum, aynı yapının birden fazla işleve de sahip olabileceğidir.
Anlam bile başlı başına da kısıtlayıcı olabilir
Ne var ki bütün bir sistemin tanımlanması ve anlam birliğine oturtulmasına sıra geldiğinde durum layıkıyla karışır. Hiç bilmediğiniz bir şeyi anlam bütünlüğüne oturtmak çok zordur ve daha önce bildiğiniz bir örneği kullanarak benzetmeler yapmak zorunda kalırsınız. Bu durumla en çok psikiyatrinin adlandırmalarında karşılaşırız, “Electra kompleksi, narsisim” gibi tanımlar mitolojik hikayelere benzetilerek oluşturulur. Biyolojinin adlandırmaları ise aynı şansa sahip değildir, anlam saplanmasına ya da kaymasına yol açabilir. Örneğin östrojen kadınlık hormonu, androjen ise erkeklik hormonu olarak adlandırılır; bu “benimseme” ilkinin sadece kadınlarda, ikincisinin ise sadece erkeklerde olduğu gibi bir hatalı anlamaya yol açar. Oysa her iki hormon da her iki cinsiyette bulunur ve hatta ana kaynakları da yumurtalık ya da testistir. İlk kurgu böyle kurulunca bunlarla ilişkili sonraki kurguların bütünü de aynı eksik tanımlama çıkmazına saplanır. Mesela bu maddelerin etkilerini ortadan kaldıran ya da pekiştiren ilaçların ters ya da benzer etkiyi yaptıkları varsayımı genel anlamda geçerli olmakla birlikte, dolaylı etkiler göz ardı edilmeye başlanır. Kadınlarda östrojenin cildin “güzelleşmesini” sağlaması dolaylıdır, ama algı etkiyi oraya kısıtlar. O halde yeni bir şey araştırmaya başladığınızda öncekilerin yerleştirmiş olabileceği bu kısıtlılıkları aşabilmek adına, başlangıç bilgileri mutlak gözden geçirilmelidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası gibi, mevcut adlandırmaların neredeyse tamamen değiştirilip “kategorik” biçime sokulduğu durumlarda ise bilim tamamen vesayet altına alınmış olur. Ortada yeni bir adlandırmalar silsilesi vardır, işlevsel mantıkla alakası yoktur, anlam kaymaları kaçınılmazdır ve dolayısıyla bütünlük kaybolduğu gibi, terim bolluğuna rağmen ilerleme tümden durur.
Deneysel sistem bütünü çok az yansıtır
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız kavram kaymalarının çok ciddi benzerleri deneysel sistem oluştururken de yaşanır. Elimizdeki teknik imkanlar hücrelerin ayrıştırılarak kültür ortamında büyütülebilmelerine olanak sağlamıştır (‘in vitro’ kültür ortamı). Örneğin kemik iliği dokusundan bir parça alıp, hücreleri uygun bir sıvıya koyduğunuzda çoğalmaya devam ederler ve (örneğin ilaçların etkilerini) araştırabileceğiniz bir örnek grup elde ettiğinizi düşünürsünüz. Oysa kültür ortamı durumu, bütün bir canlıya göre ancak yüzeysel bir fikir verir. Birincisi, hücreler karaciğer gibi metabolik işlevlerin de sağlandığı bütüncül ortamdan ayrıştırıldıkları için artık ilacın vücuttaki dönüşümünü yansıtamazlar. Ama daha ciddi ikinci sorun, vücutta yaşayan hücrelerin diğer dokuların etkisine de açık olmaları, hatta kan basıncı gibi faktörlerden de etkilenmeleridir. Pek çok gen sadece basınç değişimiyle bile etkinleşir. Oysa dünyada yaygın kullanılan hücre kültürü sistemlerinin hemen hiçbiri basınç gibi bir değişkenin varlığını dikkate alarak üretilmemiştir.
Özetle, eğer yaptığınız araştırmayı (bu rahatlıkla mutfak koşullarında da yapılabilir, hatta mutfak en iyi laboratuardır) yukarıda anlatmaya çalıştığımız kısıtlılıklardan kurtaramazsanız, elde ettiğiniz sonuçların genel geçerliliği giderek azalacaktır. Çok sayıda ve fazlasıyla uzun raporlar yazmak, anlam derinliğini pekiştiren bir bileşen değildir.