Evrenin oluşumuyla ilgili kanunlar başlıca iki başlık altında toplanmaktadır. Bunlardan birincisi klasik fizik kanunlarıdır ve bundan yaklaşık iki yüzyıl önce Newton tarafından ortaya konmuştur. Descartes tarafından evrene uyarlanan bu kanunlar evreni klasik fizik kanunları içerisinde değerlendirir ve “faz uzayı” adını alır. Bu yaklaşım deterministiktir, yani neden-sonuç ilişkisine bağlıdır. Deterministik yaklaşımın ifadesi ise şu sonuca vardırır: olacak olanlar belli bir neden sonuç içerisinde gerçekleşiyorsa, yeterli bilgilerin var olması durumunda bundan binlerce yıl sonrasında olacaklar bile aslında öngörülebilir. Fark ettiğiniz üzere bu aslında kaderci bir yaklaşımdır ve insanın ve maddenin iradesini tartışma dışında bırakır. Faz uzayı yaklaşımı öyle ya da böyle geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar geçerliliğini korudu. Buna karşılık fizik konusundaki gelişmeler (kuantum fiziğinin ortaya çıkışı) aslında konunun bu kadar basit açıklanamayacağını ortaya koydu.
Albert Einstein’ın ortaya koyduğu “görecelilik” yaklaşımına göre evrende herhangi bir maddeyi, konumu ya da zamanı kendi başına tanımlayabilme olanağımız yoktur, bu tanımların hepsi bir diğerine göre göreceli (izafi) olmak zorundadır. Söz konusu modele göre maddeyi oluşturan parçacıkların bile tam olarak saptanmaları şansı yoktur. Örneğin atomun çekirdeği etrafında dönen elektronlar hem parçacık hem de dalga özelliği gösterirler. Siz bir elektronun yerini bir an için saptamaya çalıştığınızda aslında onun orada olmadığını görüsünüz (bu yakıştırma değildir, tamamen matematiksel verilerin sonucudur). Dolayısıyla uzayda hareket halinde olan bir cismin yerinin tanımlanmasında bile ciddi sıkıntı vardır, zira siz yeri ne kadar kesin tanımlamaya çalışırsanız, cisim o kadar belirsiz hale gelir, ya da tam tersi cismi tanımlamaya çalıştığınızda yeri belirginliğini yitirecektir. Modern fizik buna kuantum fiziği adını verdi.
İşte tanımlamalarda kafayı karıştıran noktalar da burada ortaya çıkmaya başladı. Büyük lineer hızlandırıcılarda yapılan deneylere göre (size daha önce evrenin prensipleri adlı yazıda açıklamaya çalıştığın ikililik prensibine göre) bütün maddelerin bir anti-madde adı verilen karşıtlıkları vardır. Madde ve anti-madde birbirleriyle birleşerek enerjiye dönüşürler. Ancak bizim yaşadığımız daha doğrusu bildiğimiz evrenin yüzde doksandan fazla maddeden oluşmaktadır; oysa bunun Büyük Patlama sonucu bir de anti-madde karşılığı bulunmak zorundadır O halde bu bizim olması gerektiğini teorik olarak bildiğimiz, fizik olarak da kanıtlayabildiğimiz anti-madde evren nerededir? Bu sorunun yanıtı henüz bulunamamıştır.
Kuantum fiziğinin tanımladığı maddelerin özellikleri diğerinin aksine deterministik, yani kaderci değildir. Bu maddenin bilinci bulunmaktadır. Biz her ne kadar anladığımız bilinç kavramının sadece insan aklına mahsus olduğuna inansak da, nükleer fizikçileri dehşetle şaşırtan da saptadıkları bu özellik olmuştur. Size sadece iki örnek vereceğim. Bunlardan ilki Max Planck ve Albert Einstein’ın yüzyılın başında keşfettikleri ışığın kuantum yapısıdır. Tüm enerji biçimleri gibi ışık da kuanta (foton olarak adlandırılır) adı verilen ve daha küçük parçalara ayrılamayan enerji birimlerinden oluşur. Tek bir ışık kaynağından çıkan fotonlar iki ince yarıktan geçirildiğinde, arkadaki ekranda hepimizin liseden bildiği girişim modeli oluşmaktadır. Bu yarıklardan herhangi birinin kapatılması perde üzerinde oluşan modeli değiştirir. Ancak defalarca tekrarlanan deneyin ortaya koyduğu sonuç, fotonun diğer yarığın açık ya da kapalı olduğunu “tahmin ettiği” şeklindedir. Bu sonuca göre foton aynı anda iki yerde birden bulunabilmektedir.
Buna benzer açıklanamayan bir başka durumu ise Einstein-Podolsky-Rosen Paradoksu oluşturmaktadır. Bu teori 1935 yılında Physical Rewiev’da yayınlanmıştır. Söz konusu paradoksu şu şekilde özetleyebiliriz: “Elimizde elektron saçan bir kaynak olsun, buradan aynı anda saçılan iki elektronun “davranışları mekandan ve mesafeden bağımsız olarak birbirinin aynıdır”. Yani farklı mekanlardaki iki gözlemci (deney aynen bu şekilde yapılmıştır) elektronlar konusunda neyi ölçmek isteseler aynı sonuca varırlar. 1960’larda aynı problem Avrupa Parçacık Fiziği Merkezi’nde John Bell tarafından deneyler, elektronların iç zaman farklarına rağmen, dış zamanda birbirleriyle iletişim kurdukları (irtibat halinde oldukları) şeklinde yorumlanmıştır. EPR Paradoksu’nun bugün için açıklaması tam olarak bilinmemektedir.
Yukarıdaki iki örnek bile hemen hemen ‘hiçbir şey’ bilmediğimizi vurgulamaktadır, ancak tamamen fizik üzerine olan bu örneklerden herkesin kendine göre çıkarabilecek yorumları bulunmaktadır. Buna göre (1) bizim maddi evrenimiz deneylerin ortaya koyduğu ama gösteremediğimiz toplam evrenin sadece bir bölümünü oluşturur, anti-madde evrenin nerede olduğu bilinmemektedir, (2) olup-biten hemen hemen her şey birbirine bağlıdır, maddenin parçalarının davranışında bile irade ve bilinç bulunmaktadır, (3) ışık hızının ötesinde iletişim anlamına gelen bu bağı açıklayabilecek fiziksel bir kavram henüz bilinmemektedir, (4) iradenin esas olduğu, kaderci olmayan bir bilinç evrenin bütününe hakimdir ve “eşzamanlılığı” sağlar.
Okuyucularımıza not: Bilinmeyenin sınırları konusundaki bir önceki yazımda, bu buluşmamızın konusunun Mu ülkesi ve Atlantis’in nerede olduğunu aramak olacağını söylemiştim. Okurlarım beni bağışlasınlar, bu konudaki incelemem sürüyor, detaylı oşinografik haritalara henüz erişemedim..