Uzun süreden beri ara verdiğim bilinmeyen üzerine yazılara izninizle yeniden dönmek istiyorum. Öyle ya da böyle iç politika bir süreden beri olağan seyrine oturdu, beri yanda okuduklarımdan da damıttıklarım birikti. Size daha önce de vurgulamış olduğum gibi, bu yazılar var oluşumuza dair bir sentez yaratmayı amaçlıyor. Söz konusu sentez tarih kitapları, kutsal kitaplar, arkeoloji, söylenceler, beri yanda biyolojik verilere dayanıyor. Eksik parçalar bilgi birikimi arttıkça boşlukları dolan bir bulmaca gibi yerli yerine oturuyor. Varsayımlar ve eksikleri, “ne olursa olsun” eldeki somut kanıtlarla doldurmaya çalışıyorum
Bugünkü yazının ana konusunu Kutsal Ahit Sandığı oluşturacak, söz konusu sandık Eski Ahit’te detaylı olarak tanımlanmıştır. Ancak benim esas tartışmak istediğim Kutsal Ahit Sandığı’na atfedilen bir takım olağanüstü güçler değil, kutsal kitapların bize sunuluşunun perspektifini çizmek. Önce insanlığın din öğretisi çerçevesindeki birikimine kısaca bakmak ve şablon oluşturmak istiyorum. Modern bilim, var olan uygarlığımızın temellerinin yaklaşık on bin yıl önce, son buzul çağının bitmesiyle birlikte ortaya çıktığını kabul eder. Yerleşik düzen, planlanmış tarım ve hayvancılık, demir, bakır, bronz, altın gibi metalleri işleme becerisi bu dönemden sonra ortaya çıkar. On bin yıl öncesinden geriye giden başlıca kanıtlar ise çoğunluğu Avrupa’da bulunmuş bazı mağara resimleridir. Bu mağara resimleri aynı zamanda insanın “düşünsel becerisinin” gelişmekte olduğunun da ilk kanıtlarıdır, önceki yaklaşık iki milyon yıllık dönemden insan yapımı olarak ele geçirilen şeyler neredeyse sadece yontma taş devrinin yongalarıdır. İlk uygarlığın on bin yıl önce ortaya çıkması ve bugünkü uygarlığımızın kökenini oluşturan Sümer ve Mısır arasında yaklaşık altı bin yıllık bir boşluk bulunmaktadır. Boşluk dememin nedeni, bir sonraki buluntuların Giza Piramitleri gibi yapılması bugün bile mümkün olmayan, yani nasıl ve neden yapıldıkları bilinmeyen eserler olmalarıdır.
Bu döneme ait ikinci şaşırtıcı gelişme ise dini öğretideki detaylı çeşitlilik ve derinliktir. Sümer ve Mısır kozmogonileri bize semavi dinlerde (kutsal kitaplarda) yer alan temel anlatıların ve öğretilerin önemli bir bölümünü sunarlar. “Yaratılış” Sümer, Mısır ve hatta Maya kitabelerindeki anlatımla neredeyse birebir örtüşür. Tevrat’ın ve İncil’in tarihi detayının çok fazla olmasına karşılık (belki de toplanmış ve yeniden birleştirilmiş olmalarının bir sonucudur), Kuran önceki iki kitabı doğrulamakla kalmaz, bunun üstüne yaşamın düzenlenmesine ilişkin bilgileri de detaylı ekler (bunun açıklamasını ayrıca tartışacağım). Ancak öğrendiklerim doğrultusunda açıkça söyleyebilirim ki, bize kalmış olan tarihi veriler, kutsal kitaplardaki bütün bu zengin yapıyı açıklamakta tamamen yetersizdir. Bu noktada inan(a)mayanlar alınmasınlar, çok akıllı bir takım insanların söz konusu kavramları yaratmış olmaları da bana pek mümkün görünmemektedir. Söylenenler belki tarihin eksik kaldığını ileri sürdüğüm altı bin yıllık boşluğunun içerisinde saklıdır, ama kayıtları çok daha iyi olan son dini öğretiye baktığınızda, tekrar tekrar yeniden bildirilmektedir.
Kutsal Ahit Sanığı, Hazreti Musa’nın Tanrı ile yaptığı söyleşmeyi barındırması açısından özel bir yere oturur. Eski Ahit sandığın Hazreti Musa tarafından yaptırıldığını (Mısırdan Çıkış) anlatır, ancak verilen ölçüler dikkate alındığında, özellikle som altın kapağının oluşturacağı ağırlık dikkate alındığında, sandığın yaklaşık bin üç yüz kilo olduğu hesaplanmaktadır. Ancak daha ilginç olanı sandığın sahip olduğu açıklanamaz güçlerdir. Tevrat’taki anlatıma göre Hazreti Musa kapağın üzerindeki iki melek (kerubim) figürü arasından doğrudan Tanrı’yla konuşabilmektedir. Dahası sandık kendine dokunmaya çalışanı çarparak öldüren güçlere sahiptir. Bu nedenle sandığı sadece Levililer adı verilen bir kavimden dört kişi, tahta kollardan tutarak, özel kıyafetler içinde taşıyabilmektedir. Jeriko Kalesi’nin ele geçirilmesi sırasında sandık sadece şehrin surları çevresinde turlatılarak ve ardından çalınan borularla bütün surların yerle bir olduğu anlatılır.
Buna karşılık tarihçi Laurence Gardner Kutsal Ahit Sandığının Kayıp Sırları (Alfa Yayınları, 2007) adlı kitabında sandığın Hazreti Musa’ya Mısırlılardan geçtiğini ileri sürer. Sandık o döneme dek önce Serabit Dağı’ndaki tapınakta saklanmıştır. Sandığın o zamanki temel amacı altının işlenmesi, Gardner’in iddiasına göre tek atomlu (monoatomik) altın tozuna dönüştürülmesidir. Bu toz firavunların ruhunun (ka) öte dünyaya olan geçişinden tutun (bilmem altının geçiş elementlerinden birisi olması rastlantı mıdır?), maddeleri değiştirme, değdiği yerde yer çekimini yok etme (piramitlerin yapımını açıklamaktadır), süperiletkenlik, ekmek yapılıp yenildiğinde (Ani Papirüs’üne göre) sağlığı güçlendirme (altınla ilişkili “aura”) gibi pek çok “simya” olarak adlandırabileceğimiz güce sahiptir. Musa temel öğretisini Mısırlı rahiplerden aldıktan sonra, Mısır’dan çıkışı sırasında sandığı da beraberinde götürür.
Kutsal Ahit Sandığı’nın günümüzde nerede olduğu bilinmemektedir. Kabul edilen olasılıklardan biri Kudüs Tapınağı’nın altındaki “Kutsallar Kutsalı” adı verilen mekanında bulunduğudur. Bir diğer olasılığa göre ise, Kudüs’e giden hacıları korumak amacıyla göreve başlayan, ancak daha sonrasında bu bölgede edindikleri bilgiler sayesinde kayıp geçmişin öğretilerini geleceğe taşıyan Tapınak Şövalyeleri tarafından, Fransa’da Chartres Katedrali’nin 260 metrelik labirentine (ki Hıristiyanlıkta labirent kavramı yoktur!) “uygun bir biçimde” saklandığı, haritanın da Edinburgh’taki Rosslyn Şapeli’ne götürüldüğüdür. Ahit Sandığı üzerinden yola çıktığım Mısır ve Hazreti Musa arasındaki ilişkiye gelecek hafta devam edeceğim.
Söylence başlangıçtaki gücü doğrultusunda kalıcı olur.