“Kitap” konusunda son yazdığım yazıyı saymazsanız, size bilinmeyenler konusunda bugüne dek yazdıklarım sadece fiziksel dünyayla ilgiliydi. Dünyanın oluşumu, uygarlıkların ortaya çıkışı, evrimin gerçek olup olmadığı ya da insanın kökeni, bildiklerimiz ya da bilemediklerimiz dahilinde fiziksel dünya ile ilişkilendirilmiştir. Lakin özellikle kutsal kitaplarda ve bütün inanışların kadim metinlerinde insanın (hatta bütün canlıların) beden ve ruh olmak üzere iki ayrı unsurdan meydana geldiği yazılmaktadır. İnanıp inanmamakta kuşkusuz serbestsiniz, ancak ruhun varlığını ve ölümsüzlüğünü bir şekilde kabul ediyorsanız, bunu fiziksel alemle bir şekille ilişkilendirmek, eksik parçayı yerine oturtmak zorundayız. Fiziksel dünyayla ilgili bile pek az şey biliniyor olmasına karşılık, ruh kavramı aslında bilinmeyenin sınırlarının en dışında yer almaktadır. O nedenle benim burada size anlatacaklarımda tamamen spekülatiftir ve kişisel analizimden türemiştir. Bakalım hak verecek misiniz?
Ruhun var olduğuna dair bulunan bütün kanıtlar birilerinin yaşadıkları deneyimlere dayandırılır. Ruhlarla bağlantıya girebildiği varsayılan kişilere de hepinizin bildiği üzere medyum (aracı) adı verilir. Medyumlar trans olarak adlandırılan bir tür konsantrasyona girerek ruhlarla ilişki kurabilirler denir. İşin kaçta kaçı gerçektir bilinmez ama, bir tanesinin bile gerçek olduğunun varsayılması, boyutlarımızı tamamen değiştirecektir. Bana bu konuda anlatılan en güvenilir örnek, aslında medyadan yakından tanıdığınız birinin vefat etmiş annesiyle “başlangıçta inanmadan” gerçekleşen medyum aracılı bağlantısıdır ki, bilinç düzeyine ulaşanlar bu konudaki görüşlerinin de tamamen değişmesine neden olmuştur. Bu örneğe eminim sizin de ekleyecekleriniz olacaktır. Nitekim benzer örnekler reenkarnasyon deneyimleri için de söz konusudur. Kadim öğretilere göre ruhun ölümsüzlüğü gerçekten söz konusu ise, farklı bedenlerde doğması da mümkündür. Ne var ki benim burada tartışmak istediğim ruhun gerçekliği değil, bizim fiziksel dünyamızla olan örtüşmesi, ya da kesişmesidir.
Peki o zaman nedir ruh? Ruh “yaşam” dediğimiz süreçle aynı kökenden midir? Yani yaşayan organizmanın denge durumunu sağlayan henüz tanımlanamamış bir enerji biçimi midir? Örneğin aslında bir teorik fizikçi olan Jean E. Charon’a göre ruh elektronlardan oluşan farklı bir formdur (teorik fizikçilerin bilinmeyene olan ilgileri toplum ortalamasından çok daha yüksek görünüyor). Ancak yukarıdaki örneğe göre ruh yaşam demek değildir, daha çok yaşayan bir organizmayı beden olarak kullanan ve kendi hafızası olan bir varlıktır. Bedene girer ya da birlikte oluşur, bedenle birlikte varlığını sürdürür ve bedenin yaşamının sona ermesiyle birlikte ayrılır. Kendi alemine döner ve burada bir sonraki bedenine dek bekler. Bazı öğretilere göre bir sonraki yaşamda hayvan ya da bitki olabilir, dünyada yaşadıklarından ötürü kendi aleminde cezalandırılabilir ya da ödüllendirilebilir, hatta bazı öğretilere göre, eğer gerekenleri yerine getirmişse, dünyaya dönmekten muaf da tutulabilir. Gidip de geri dönen olmadığına göre bu noktalarda benim hiçbir önerim bulunamamakta. Ancak beri yandan yukarıdaki örneği dikkate aldığımızda, böyle bir ruhlar aleminin varlığı ve hafızasının olduğu reddedilememekte.
Bu noktada sizi biraz daha uç noktalara sürükleyeceğim. Bunlardan birincisi, modern tıpta hafızanın ne olduğu ve nasıl depolandığının anlaşılamamış olmasıdır. Beyin araştırmaları olasılıkla kanser araştırmalarıyla birlikte tıbbın en çok çalışma yapılan alanını oluşturmaktadır. En fazla uğraşılan konulardan biri de hafızanın nerede ve nasıl saklandığıdır. Bugün için “nerede” sorusunun yanıtı olabilecek belirli bir beyin bölgesi yoktur. Ama günümüzde tıbbın ulaştığı nokta dikkate alındığında esas garip olan “nasıl” sorusunun hiçbir yanıtının bulunamamış olmasıdır. Hafıza konusundaki en fazla kabul gören “hipotetik” mekanizma “nöronal plastisite” olarak adlandırdığımız, sinir hücreleri arasındaki bağlantılardaki değişikliklerdir. Ortaya çıkan yeni bağlantıların “1/0”, yani bilgisayar benzeri bir hafıza yaratabileceği iddia edilmişse doğruluğunu gösteren hiçbir kanıt bulunamamıştır (bu konuyu geçtiğimiz aylarda doğrudan Prof. Dr. Gazi Yaşargil’e bile sordum).
İkinci uç nokta yine bizim kim olduğumuza dayanmaktadır. Lütfen bu yazıyı okuduktan sonra gözlerinizi bir dakikalığına kapayın ve “ben kimim?” diye düşünün. Hatta mümkünse bütün duyu algılarınızı kapatın, sessiz, karanlık, dokunuşların ve sıcaklık algısının olmadı “meditatif” bir ortamda, “ben kimim” diye düşünün. Biz öyle bir ortamda kendi kabuklarımızın içinde “sadece biz olduğumuz” bilen bilinç (farkındalık) yumaklarına dönüşürüz. Fiziksel dünyanın bize ulaşan bütün uyarıları (keyifleri, üzüntüleri, bilgileri) aslında beş duyumuzun algılayabildikleri ile sınırlı dış uyaranlardır. Ama bunların olmadığı bir durumda bile bir “ben” bulunmaktadır ki, tek fiziksel becerisi farkındalık ve hafızadır. Bu farkındalık ve hafıza içine sığındığı bedenle fiziksel dünyadaki varlığını sürdürmektedir. Fiziksel beden ortadan kalktığında ne olduğunu bilmiyoruz, ama bu formun kendi alemine döndüğünü düşünmek çok aykırı durmuyor.
Şimdi size bu hezeyanlarım doğrultusunda garip bir önermede daha bulunayım, diyeyim ki ”yeryüzünde bulunan bütün ruhların sayısı sabittir, yani canlıdan canlıya geçerler, insanın çoğaldığı durumlarda diğer canlıların yaşam alanı daraldığından, daha çok insanlara dağılırlar, ancak tersi de geçerlidir”. Bu önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını bana açıklayabilen var mı?