Bugüne kadar yazdığımız yazılarda bilinmeyenin kıyısında dolanmaktan öteye geçemedik, ama zaten adı üstünde “bilinmeyen”. Yine de bu alandaki sorgulanması gereken konular konuları üç ana başlık altında toplayabileceğimizi görüyorum, bunlar insan ve kurduğu uygarlıkların tarihi, yaşam ve çevresindeki biyolojik geçmiş ve son olarak da, kanıtlar çok daha kısıtlı olsa da ruhsal yani spritüel bilinmeyenlerden oluşmakta. Doğal olarak en çok somut veriler bulunan alanlar uygarlık tarihi ve yaşam konuları. Ancak yolculuk ne kadar geçmişe giderse, bilimsel yöntemlerin ortaya koyduğu kanıtlar da bir o kadar bulanmakta, başta tarihlendirme çalışmaları olmak üzere çok şey spekülatif ağırlık kazanmakta. Biz yine de uygarlık tarihinin başlıca noktalarını tartışmayı sürdürelim.
Modern bilimsel görüşün desteklediği en eski tarihlendirme çalışmaları yaklaşık Milattan önce 3000 yıllarına uzanmakta. Bu tarihlerde kurulduğu kabul edilen en eski uygarlık Sümer Uygarlığı’dır. Günümüzde Irak içerisinde kalan pek çok eski yerleşim yeri Sümerlere aittir. Bundan kısa bir süre sonra kadim Mısır Uygarlığı, Akad ve Babil uygarlıkları kurulur. Eş zamanlı olarak fakat farklı coğrafyalarda ise Uygur, Çin ve Hint uygarlıkları tarih sahnesine çıkarlar. Ancak verileri biraz kurcaladığınız zaman aslında bu kronolojiyle örtüşen, lakin modern bilimin farklı zamanlara tarihlediği başka uygarlıklar da vardır. Bu uygarlıklar ya da bıraktıkları izler İngiltere’de Stonehenge’de, okyanusun öte kıyısında ise İnka, Aztek ve Maya yerleşim birimlerinde kendini göstermektedir. Elbette Akdeniz kıyılarında Minos uygarlığı ya da Anadolu’nun güneyinde Likya uygarlığı gibi bambaşka kültürler de doğmuştur. Ancak benim vurgulamak istediğim diğerlerinin daha somut öğelerle ayrıldıklarıdır.
Antik uygarlıkları sonrakilerden ayıran, daha doğrusu apayrı bir kategoriye oturtan temel farklı özellikler bulunmaktadır. Bu farklılıkların başlıcaları megalitik taş eserler (piramitler, ziguratlar ya da tapınaklar), bu mabetlerin konumlandırılmasındaki olağanüstü astronomi bilgisi (çoğu güneşin doğuşuna göre ve gökteki takımyıldızlar esas alınarak konumlandırılmıştır), mitolojilerindeki son derece benzer, hatta ortak unsurlardır (yaratılış, tufan, tanrılar panteonu gibi benzerlikler). Kökenleri ne olursa olsun, birbirlerine çok uzak yerleşmiş olan bu uygarlıkların yazı biçimleri de ciddi bir benzerliği kanıtlamaktadır.
Bu ortak özellikler antik uygarlıkların tek bir kaynaktan ortaya çıktığını ya da tek bir kaynaktan biçimlendiğini düşündürür.
Söz konusu megalitik yapıların bugün bile yapılmalarının mümkün olmadığına geçtiğimiz yazılarımızda değinmiştir. Lübnan Baalbek’teki Apollon tapınağı da dahil olmak üzere kullanılan taşların kesilmesi, yontulması ve taşınması bugünkü teknolojiyle mümkün değildir. Söz konusu mimari eserlerin yapımı konusunda öne sürülen görüşler içerisinde ses titreşimlerinden tutun da bugün bilmediğimiz enerji formlarının kullanılmış olmasına dek çok sayıda alternatif görüş bulunmaktadır. Dahası antik uygarlıkların mitolojileri bunların devler (Nefilimler) tarafından inşa edildiklerini söyler. Nefilimler kutsal kitaplarda da geçen ayrı bir ırktır. Bu ırk dünyaya gelmiş, burada uygarlığı kurmuş (öğretmiş), daha sonra insan kızlarına aşık olmuş ve onlarla evlenmiş ayrı bir soy olarak tarif edilir. Ne var ki bu evlilikler hoş görülmemiş ve Nefilimler de dünyadan ayrılmak zorunda kalmışlardır. Alternatif tarih yazarlarından Zecharia Sitchin Nefilimleri Sümer yazıtlarından hareketle Anunakliler olarak adlandırır ve bir başka gezegenden altın aramak amacıyla dünyaya gelen yabancılar olduğunu ileri sürer. Sitchin hatta insan ırkının yaratılması söylencesini de genetik manipülasyonla Anunakilere mal eder, altın aramak için gereken iş gücünün oluşturulması için maymunlardan insan yarattıklarını ileri sürer. “Ancak işler istendiği gibi gitmez, insan ırkının yok edilmesi için nükleer bombalar bile kullanılarak Sodom, Gomore ve Babil gibi şehirler ortadan kaldırılır” der. Bu sırada ayrılan kabileler (İsrail’in kayıp on kabilesine atfeder) okyanusu aşarak orta Amerika medeniyetlerini kurarlar. Hatırlarsınız medeniyet benzerliğinin Churchward tarafından yapılan açıklaması ise söz konusu bütün medeniyetlerin (Uygurlar da dahil olmak üzere) Mu ve Atlantislilerce kurulduğudur.
Astronomik ilginin nedeni de tam olarak anlaşılamamıştır. Stonehenge ve çoğu piramidin işlevinin gün-gece eşitliklerinin ve burçların ortaya konması esasına dayanan bir cins güneş takvimi oldukları kabul edilmektedir. Örneğin en gelişmiş takvime sahip Mayalar son çağı milattan önce 13 Ağustos 3113’te başlatmaktadır. Ancak ilginç olan nokta, yapım tekniğinin yanı sıra, bunları planlamak için çok uzun süreli bir gözlemin gerekmesidir. Dahası söz konusu yapılar daha çok farklı zamanlarda birbiri üzerine inşa edilmiş ve dünyanın dönüşüne bağlı sapmalar da bu renovasyonlar sırasında düzeltilmiştir. Zaten alternatif tarihçilerin Maya gibi uygarlıkları en az iki bin yıl geriye çekmelerinin sebebi, eserlerin olası ilk yapım tarihini dikkate almalarıdır.
Elimizdeki bölük pörçük resmi bütünleştirecek olursak, zamanın birinde bütün uygarlıklarca not düşülmüş bir tufan felaketi olmuştur. Bunun ardından tarih açısından kısa sayılabilecek bin yıllık dönem içinde birbirine benzer ama öncülü olmayan çok sayıda büyük uygarlık kurulmuştur (Bütün bunlardan geriye giden tek önemli kanıt vardır, o da Piri Reis’in dünyanın son Buzul Çağı öncesini, yani on iki bin yıl gerisini gösteren haritalarıdır ve eşsizdir). Dağların tepelerine bile binlerce ton taşın çıkarılması için kullanılan teknoloji ve gerekçe bilinmemektedir. Sitchin olanı biteni uzaylılara, Churchward ise kayıp oldukları var sayılan Mu/Atlantis medeniyetlerine bağlamaktadır. Bu iki açıklamanın kesişen yönlerini gelecek yazımızda tartışacağız, kayıp kıtalar Mu ve Atlantis’in dünyadaki olası yerlerini arayacağız.