Size okulda anlatılan “canlıların nasıl geliştiğiyle ilgili” teorileri kuşkusuz ucundan bucağından da olsa hatırlıyorsunuzdur. Buna göre canlılar ilksel bir atadan çeşitlenerek ortaya çıkmıştır, en azından şunu kesin olarak söylememiz mümkün, yeryüzündeki mikroorganizma, bitki hayvan ya da insan olsun, bütün canlıların genetik bilgileri DNA aracılığıyla saklanır ve biyokimyasal işlevleri öyle ya da böyle benzerlikler gösterir. Dolayısıyla ortak bir atadan ortaya çıkmış olma fikri kesinlikle mantıksız görünmemektedir. Çeşitliliğin nasıl oluştuğu, ya da eski canlılardan bugünkülerin nasıl devşirildiği konusundaki herkesin çok iyi bildiği teoremi ise Charles Darwin ortaya atmıştır ve buna Evrim Teorisi adını vermiştir. Darwin’in bu düşünceleri Beagel adlı gemi ile yaptığı yolculukları sırasındaki gözlemlerine bağlı olarak gelişmiştir. Galapagos adaları başta olmak üzere, coğrafi olarak izole olmuş yerlerdeki türler arasındaki farklılıklara dayanarak şu temel düşünceye varmıştır: Canlılardaki genetik değişikliklere (mutasyonlara) bağlı olarak ortaya çıkan farklılıklar, o soya bir üstünlük kazandırdığında, soyun varlığını sürdürebilmesi için bir avantaj yaratırsa, diğerleri ölür, farklı olan seçilir. Örneğin Galapagos adalarındaki ispinoz türleri mevsimin kurak ya da yağışlı geçmesinden etkilenirler. Kuraklık sonrasında “gagaları uzun olan ispinozlar”, böcekleri saklandıkları deliklerden çıkararak yiyebildikleri için hayatta kalırlar, kısa gagalılar ise açlıktan ölürler, buna “doğal seçilme” adı verilir.
Darwin’in ortaya attığı evrim düşüncesi kuşkusuz devrimci bir nitelik taşıyordu ve türlerin nasıl farklılaştığı (daha doğrusu farklı türlerin nasıl diğerlerine üstünlük sağlayıp hayatta kaldıklarını) açıklamak açısından çok önemli bir ışık tutuyordu. Darwin başlangıçta kilisenin tepkisini almamak için insanı bu evrimin dışında tutsa da, kendisinden sonra gelenler teoriye sahip çıktılar ve insanın da diğer hayvanlar gibi evrimleşerek bugüne geldiğini, yani aslında maymundan türemiş bir hayvan olduğunu kabul ettiler. Zaman içerisinde Darwin’in evrim teorisi tartışılmaz bir gerçek olarak kabul edildi ve hatta sorgulamaya kalkanlar gericilikle suçlandı. Bununla birlikte bir teoremin gerçek olarak kabul edilebilmesi için kanıtlanması gerekiyordu, yani ne kadar mantıklı görünürse görünsün bilimsel kanıtların varlığına gerek duyulmaktaydı. Kanıt olarak ileri sürülenler ise hepimizin okuduğu orta öğretim kitaplarında temel örnekler olarak yerini aldı. Birkaçını hatırlatmaya çalışalım, (1) balıkların yüzgeçleri ile memelilerin kolları homolog, yani aynı işi gören organlardı ve iskeletleri oluşturan kemikler birbirine benzerdi (2) kuşlar olasılıkla dinozorların uçma yeteneğini kazanmış ileri soylarıydı, (3) kurbağadan insana bütün canlılar embriyolojik olarak benzer bir gelişim sürecini gösteriyor, yani evrimlerini adeta tekrarlıyorlardı, (4) insan maymunlardan evrimleşmişti, yani aslında maymunların yakın akrabası olması nedeniyle benzer iskelet özelliklerini göstermekteydi. Bu listeyi uzatmak mümkün.
Dediğim gibi, zaman geçtikçe evrim teorisi öyle bir katı geçerlilik kazandı ki, çoğu en az bir asır öncesine dayanan bu örneklerin modern bilimin ışığında doğru olup olmadıkları asla sorgulanamaz hale geldi. Benim okuduğum karşı görüşü savunan bilimsel kaynaklar da doğrusunu isterseniz en az evrimi savunanlar kadar bilimsel ve ortada bir aldatmaca olmasa bile, bir “üstüne yatma” olduğuna işaret etmekteler (Evrimin İkonları, Bilim mi Mit mi? Dr. Jonathan Wells, Gelenek Yayınları). Kısacası bilim insanları iddialarında o kadar katı hale gelmişlerdi ki, bunların sorgulanmasına izin vermemekteydiler. Şöyle açıklamaya çalışayım, evrim teorisinin kanıtlanması tamamen “eksik parçanın” ya da bir diğer deyişle “geçiş formunun” bulunmasına bağlıdır. Dinozorların var olduğunu fosil kanıtlardan biliyoruz, kuşlar ise zaten göklerimizi süslüyor. Buna karşılık dinozor ve kuş arasında olması gereken uçabilen (ya da kanat benzeri kolları olan) bir forma ilişkin hiçbir fosil bulunmamakta. Embriyoların gelişimlerinin başında birbirlerine çok benzedikleri şeklindeki iddianın ise, bunları en az bir yüzyıl öncesinde ilk resimleyen kişinin abartmaları olduğu, aslında gelişimin en başında değil, ortalarındaki bir dönemde benzerlik kazandıkları bulgularıyla reddedilmiş durumda. Balık yüzgeçleri ve memeli kolları arasında işlevsel benzerlik olmakla birlikte, bunların genetik gelişimleri tamamen farklı mekanizmalarla olduğundan, ilksel atanın varlığına kanıt oluşturamıyorlar. Öte yandan yeryüzündeki en büyük çeşitlilik ise (teori çeşitliliğin artacağını söylese de) 200 milyon yıl önceki kambriyum dönemine dek geliyor; hatta bundan öncesinde bu kadar çeşitlilik olduğu hiçbir şekilde ortaya konamadığından, bu döneme birden artan çeşitlilik anlamında “kambriyum patlaması” adı veriliyor. Benzer ara basamak eksiklikleri maymun ve insan için de söz konusu, maymunun insana dönüştüğünü ne kadar ileri sürsek de, aradaki basamaklara ait hiçbir iskelet fosili bulunmuyor.
Bütün bu sözlerime karşılık sakın evrim teorisini külliyen reddettiğim gibi bir izlenime kapılmayınız. Benim kişisel inancım doğrunun aranıp bulunmasıdır, verilen bütün temel örnekler hatalı ya da eksik olsa bile evrim bir teori olarak değerini koruyor, evrimin bilimsel olarak işler bir mekanizma olduğu da gerçek. Ancak evrimin “işlemiş” mekanizma olduğunun bu kadar kanıt kıtlığına rağmen, üstelik bilim çevreleri tarafından tartışılmaz gerçek olarak kabul edilmesi bilimsel düşünceyle en başından tezat oluşturuyor. Dolayısıyla evrim teorisi bugün için Darwin’in ileri sürmüş olduğu konumundan aslında çok fazla ileride değil.
O halde yine aynı sorun karşımıza çıkıyor, canlılık nasıl ortaya çıktı, biz nasıl ortaya çıktık? Yaradılış teorisi ise asla evrimin bir alternatifi değil, o da bir teori. Sümer yazıtlarından tutun, Tevrat ve Kuran’a varana kadar bütün söylenceler aslında kendi içinde son derece tutarlı bir anlatım oluşturuyor. Ama sadece bir alternatif hipotez. Burada bilmediklerimiz yeniden işin içine karışıyor. Buzul dönemleri, manyetik kutup değişiklikleri, belki de dünya dışı dünyaların etkisi; bunların hiçbiri üzerine şimdilik fikir bile yürütemiyoruz. Araştırma çok fazla disiplini gerektiren ve daldan dala atlanmasını zorunlu kılan bir süreç. Örneğin Atlantis kıtasının battığı yer olarak bir yüzyıl önce ileri sürülen denizlerin artık zemin yapısı konusunda daha fazla bilgiye sahibiz. Bu durumda oşinografi okumak gerekiyor. Ben soruların cevaplarını bütün gerekli kaynaklardan arıyorum ve öğrendiklerimden damıttıklarımı sizlerle paylaşıyorum. Yazmak için bilimsel verilerin güçlenmesi gerekiyor, gidip görmek, denemek, yeniden deney yapmak gerekse bile.