Geçen hafta sözünü ettiğimiz kalın bağırsakların memeli ve kuşların kökünü oluşturdukları düşüncesi maalesef bir yakıştırma gibi görünmemektedir. Yakıştırma yapmak bir düşüncenin açıklanması amacıyla kullanılabilecek yöntemlerden biridir, nitekim bunun “teşbihte hata olmaz” şeklinde bir başka ifadesi de mevcuttur. Ancak açıklama yöntemi, hele hele bitki ve memeli karşılaştırmasıyla gibi çok uç görünün canlı formlarıyla bir takım varsayımlara gidecekse, okuyucu doğal olarak yöntemde “kadınlar çiçektir” (8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamasına binaen) benzeri bir mantığın hakim olduğunu düşünebilir. O nedenle kullanmaya çalıştığımız yöntemin ne olduğunu ayrıntılı bir biçimde açıklamak gereklidir.
Biyolojide çok fazla irdelenmiş olan “analog ve homolog” kavramları dış görünüşten yola çıkarak yapılan yakıştırmalardır. Mesela fokun ve yarasanın ön uzantıları (uçmak ya da yüzmek amacıyla kullanılan kollar) işlevsel açıdan ayrı, kemik iskelet açısından ise benzerlikler gösterir. “Aynı olan nedir?” diye düşündüğünüzde ise yüzme ve uçma hareketlerini yaptıkları sonucuna varırsınız. Aynı kollar yüzme ya da uçma hareketi yapılmadan hareket etmeyi de sağlarlar. Biz yüzme ya da uçmanın tamamen farklı olduğunu düşündüğümüz için analog ve homolog kavramları ortaya çıkar. O nedenle bu yaklaşım biçimi aslında kısıtlıdır ya da bir yerde kabullenme hatası vardır (olasılıkla ikincisi doğrudur, uçma ve yüzme hareketleri aslında aynıdır, sadece ortam farklıdır).
İşlemsel benzerlik yakalamak zordur, ama daha geçerli bir çıkarımla sonuçlanır
O nedenle bizim değindiğimiz işlemsel benzerliğe baktığınızda yorum daha zor, ama doğru noktayı yakalarsanız daha geçerli olacaktır. Lakin böyle bir analizde sadece fok ya da yarasanın inceleme alanına alınması yeterli değildir. Sınıflandırmada canlılığın uç noktalarındaki bu örneklerin benzerliklerini bulmak önemlidir. Üstelik bu benzerlikler yapısal (fenotipik) ya da genetik (genotipik) olmamalı, işlemin yapılışına (beslenme, fotosentez, diğer canlılarla simbiyotik ilişkiler vb. organizasyonun bütünü) dair olmalıdır. Böyle bir analizde (fokun yüzme, yarasanın uçma hızı gibi) ölçülerek elde edilen rakamsal verilerin sağladıkları katkı azalacaktır. Sistemler arası karşılaştırmada ancak varlık-yokluk, öncelik-sonralık, giriş-çıkış, yön ya da açı gibi matematik, yani geometri ve uzay-zaman kavramlarına başvurulabilir. Mevcut düşünce ya da iddia bu kavramlar zemininde de reddedilmeden varlığını koruyabiliyorsa, o zaman salt gerçeklik durumuna yaklaşabilecektir.
İnsanın içine doğmuş olduğu ortamı algılamasındaki kısıtlılıklardan da daha önce bahsetmiştik. Herkesin çok iyi bildiği “zemine düşme” fenomeninin Newton tarafından “yerçekimi” olarak adlandırılması binlerce yıl almıştır. Dolayısıyla bir şeyin biliniyor olması ile onun esasının idrak edilmesi birbirinden farklı durumlardır. Bu “anlamlandırma” halinin olasılıkla daha binlerce örneği bulunmayı beklemektedir, ama erişim ancak bakış açısının değişimi ve karşılaştırmalı okumaların analizi ile mümkündür. Yani biz kuşun aslında uçak prensibiyle uçmadığını, balık prensibiyle yüzdüğünü varsayarsak, anlamlandırma ve farkındalık hali de derin bir değişiklik gösterir. Ne var ki insanın kabullenilmişi reddedip, aklını serbest bırakarak bunun ayırtına gitmesi çok kolay değildir, dogma mutlak hakim olduğu için dogma olarak adlandırılır.
Benzer sorun arkeoloji için de geçerlidir
Şimdi problemleri akıl yürüterek çözmenin biyoloji dışı karşılıklarından örnek verelim ve açıklama prensiplerinin neden yanıldığını anlamaya çalışalım. Bunun en iyi bilinen klasik örneği Mısır piramitleridir ve açıklamaya ilişkin olaylar silsilesi şöyle gerçekleşir: (1) Piramitler vardır, kumun altında örtülü halde durmaktadır. (2) İnsanoğlu tam olarak bilmediğimiz bir tarihte (en az birkaç bin yıl önce) piramitleri fark eder. (3) Bunlar var olduklarına göre biri tarafından yapılmış olmalıdır, zira taşların üst üste konması gibi, kendiliğinden şekillenemeyecek özellikler göstermektedir. (4) Coğrafi olarak Mısır’da bulunduklarından bunlar Mısırlılar tarafında yapılmış olmalıdır. (5) Gize Piramitleri olarak adlandırılan Keops, Kefren ve Mikerinos piramitlerinde hiç yazı bulunmamasına karşılık, sonraki piramitlerde mezar ve hiyeroglifler bulunduğundan bunlar da mezar ya da anıt mezar olarak tasarlanmış olmalıdır (düşünce silsilesindeki ilk yakıştırma ve sapma). (6) Taş bloklar çok büyük ve sayıca yüz binleri bulduğundan bunların yapımında en az on binlerce işçi çalışmış olmalıdır (düşünce silsilesindeki ikinci sapma ve yakıştırma). (7) … Bütün bu düşünce silsilesinin başlangıç noktası da biyolojiyle bir yerde aynıdır, “piramitler (foklar ve yarasalar) vardır”.
Resim 3. Piramitteki altın oran
Daha önce bilinmeyen bir arkeolojik buluntuyu keşfeden ve anlamaya çalışanlar, aslında biyologların sadece bir adım önündedir, bunların insan yapısı olduklarını varsayarlar. Sonra yer, bulunan çanak çömlek gibi malzemelerin biçim özellikleri ve çok sınırlı tarihi metinlere dayanarak keşfettikleri yerleşimin neresi olduğunu adlandırmaya çalışırlar. Oysa biyologlar bu kadar da şanslı değildir, inceledikleri canlı zaten vardır, ama onlar da aynı şekilde benzerliklerden yola çıkarak akrabalıklar ve taksonomideki yerini saptamaya çalışırlar. Arkeologlar buluntuların bileşim analizini yaparak hammadde kaynağı olan coğrafyayı tahmin etmeye çalışırlar, biyologlar da (artık) moleküler analize dayanarak yakıştırdıklarını doğrulamaya uğraşırlar. Dolayısıyla, aynı bakış açısıyla, piramidin taşlarının hacimleri, tabanın uzunluğu gibi ölçümle erişilen verilerin anlamı kısıtlıdır. Ama mevcut yapının neden piramit olduğu, yüzeyinin zemine göre açısı, tepesinde ne bulunduğu, taban kenarlarının yönü gibi özelliklerin önemi vardır, piramide dair mantıklı bir açıklama da bu bilgiler sayesinde ortaya çıkacaktır.