Boş sayfa

Yazacak bir şey bulamayınca siz boş sayfaya, olasılıkla boş sayfa da size uzun uzun bakar. Bu bekleyiş çaresizliğin anlatımıdır; her hafta yazı koymayı alışkanlık haline getirmiş biri bile, her gün birbirinden orijinal ve üstelik ibretlik onlarca olay yaşanırken bunların hiçbirini kağıda dökmeyi istemeyebilir. Herhangi bir göz pırıltısından, masaya iliştirilmiş bir nota kadar; hatta arşivin bir dibinden bulunup belki yirmi yıl öncesine ait, renkli yazıcıyla düz kağıda basılmış, karanlıkta kaldığı için solamamış fotoğraf bile yazılası onca şeye göndermeler yaparken, her biri bir roman bölümü olabilecek bu kadar nesne bir konu oluşturmayı başaramaz.

Bu çaresizlik bende daha çok girilmemiş sokaklara dalmak isteği oluşturur. Hani hep önünden geçerken otobüsün camından baktığınız o sokağa zamanı gelince bir vesile girersiniz. Arka sokaklarda dolaşmak insanda başka bir ülkeye gittiği algısını yaratır. Camın birinden yaşlı bir kadın bakmaktadır, arabanın bile zor yol aldığı çıkmazda hala sokakta oynayan birkaç çocuk bulunabilir. Biz ne zaman kurulduğunu artık hatırlamasak bile bütün şehirlerin merkezleri kimsenin hatırlamayacağı kadar eskidir. Alışkanlık yaptım diye Facebook önüme durmadan eski İstanbul fotoğrafları çıkartır ve ben hiç reddetmeden kaydederim. Bir gün bakarım diye değil, bugün nasıl diye bakmak için asla, daha çok açıklanamayan bir his, size sokağın aslında sizin sokağınız olduğunu hatırlatır.

Yazı böylelikle boş sayfayı doldurup şekillenmeye başlarken, klavyenin dokunuşlarıyla dizilen kelimeler fotoğraflarla da birleşince insanın nasıl var olduğunu başka bir anlama büründürür. Elleriniz ve diliniz değil, ama gözleriniz, kulaklarını ve burnunuz olmasa aslında siz o tablonun bir parçası olamazsınız. Algınıza varan şey aslında sizin dokunma şansınız olmayan, çoğunu tadamayacağınız dış dünyalardır. Fotoğraf sesleri dolaylı yoldan fısıldarken, burnunuz çiçeği hayali yoldan koklar; var olduklarını varsayarsınız. Denizin üstünde uçmakta olan martılar, dibinde yüzmekte olan balıkları sizin hayalinizle tamamlar. Balık olsanız ne martı vardır ne de sokak; oysa akvaryumun içindeki balık da görselin olduğu varsayılan parçasından fazlası değildir.

Sonra önce kulaklarınızı tıkarsınız, dünyanın görüntü ve kokudan oluştuğunu düşünürken, koku da alamadığınızda dünya sadece bir görüntüden ibaret kalır. Görmekten de vazgeçtiğinizde gariptir, artık algılanabilir bir dünya kalmaz. Hiç tatmadığınız meyveyi görüntüsüne bakarak ne kadar hayal edebilirseniz, hiç dokunmadığınız kumaşın örüntüsünü de tahmin edemezsiniz. Ne kadar uçsuz bucaksız olduğu anlatılan evren, kuytu ama yine de bilinmeyen bir sokaktan fazlası olmaz. Tamamen durgun bir gece vakti, karanlık bir dağda yıldızsız kalmak hissinden çok farklı olmasa da, hala bildiğiniz tek şey kendinizin var olduğudur.

Bu kendilik hali pek tanımlanabilecek bir altıncı duyu halini alır desem, boş sayfanın ne işe yaradığını da belki kısmen anlatmış olabilirim.

Boş sayfa kendinizsinizdir, size uzun uzun bakan ekran, parmaklarınızı tıklatarak şekillendirdiğiniz kelimeler sizin kendilik halinizi bozmaktan ziyade, kendilik halinizin o yazılmayı bekleyen boş sayfa olduğunu hatırlatır. Laf döndürmek için gevelediğiniz sokak içine girilebilir hale gelirken, camdan baktığını hayal ettiğiniz kadının mutfağından sızan kavrulmuş soğan kokusu iştahınızı kabartır. Yan sokaktan geçen satıcıyı var eden haykırışları bir satır daha eklerken, topun bir camı kırdığını imleyen sesi bağrışmalara dönüşür. Boş kağıt artık neredeyse tamamen dolmuştur; doldurduğunuz sayfaya bezediğiniz sesler, gördüğünüzü zannettiğiniz renkleri, Pazar sabahlarının yanık ekmek kokusu olur.

Yazı hayal ettiğinizin ellerinizle dokunmuş halidir, ama tat hep “tadılamayan” olarak baki kalır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir