İnsanoğlunun uygarlığını geliştirmesi doğrudan düşünceler temelindedir. Düşünce “farkına varma” ya da “ayırtına gitme” durumuyla ortaya çıkar. “Farkına varma” zor bir süreçtir, aynen bir tohum kesesinin çatlaması gibi “an” içerisinde ortaya çıkar, ama çok seyrek gerçekleşir. Bunlardan en çok bilinen ikisi, Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini ve Newton’un yer çekimi yasalarını bulması arasında bile yaklaşık iki bin yıllık bir süre vardır. Günümüz bilimi her ne kadar “tatminkar” ilerlemeler gerçekleştirildiğini kabullendirmeye çalışsa da, konumu daha çok türev çeşitlendirmeler üzerine kuruludur.
Lakin işin bir de diğer yanı vardır, kat edilen ilerleme bir şekilde ürüne dönüşürse değer taşır. Dolayısıyla düşüncenin ortaya koyduğu buluşlar, bunların gerçekleştirilmesine olanak sağlayacak iş gücünü, yani çalışan kesimi gerekli kılar. Hatta “eser” anlamında bakıldığında onu olanaklı kılan düşünce ve uygulayıp gerçekleştiren iş gücü birbirinden pek ayrılamaz. Bu birliktelik durumu yaşamın her alanında geçerlidir. Okul (eğitim) öğretmen ve öğrencinin, hastane (sağlık) doktor, hemşire ya da müstahdemin birlikte çalışmaları durumunda varlık kazanır. Zamanı gösteren bir saatin düzenli çalışması nasıl tasarlayan, güç kaynağı ve en küçük dişliye kadar bileşenlerin hepsine birden bağlıysa, düşüncenin eylem karşılığı da çalışanın varlığına gereksinim gösterir.
Ekonomik açıdan avantajlı seçenek en doğrusu mudur?
Ne var ki dünyayı belirleyen koşullar zaman mevhumunun ötesinde, kazanç (para) ya da konum (mevki) beklentileriyle iç içe geçer. Üstüne üstlük teknolojinin sağladığı olanaklar, yani bilgisayarlar ve mekanizasyon çalışan iş gücünün ortadan kalkması için yeterli olanakları artık fazlasıyla sunar. Günümüzde fabrikaların çoğu bilgisayar programları sayesinde başarıyla kontrol edilebilen bant üretim sistemlerine dönüşmüş, milyonlarca kutu mal üreten pek çok fabrikanın çok az sayıda iş gücüyle yürütülebilmesi olanaklı hale gelmiştir. Ekonomik anlamda rasyonel görünen bu üretim sistemi, sürdürülebilirlik açısından doğal sürecinde ister istemez bir “kısır döngü” halini alır. Neden?
- Bilgisayar programları ve mekanizasyon (tarımdaki karşılığı olarak kimyasallar) üretimde gerekli olan iş gücünün ortadan kaldırarak ürün fiyatının aşağı çekilebilmesini olanaklı kılar. 2. Bu sistemlerin kuruluş sermayeleri dışındaki giderleri çok az olduğu gibi, sınırlı bir bakım masrafları dışında sürdürme maliyetleri de son derece kısıtlıdır.
- Maliyetin düşmesi ucuz mal üretilmesini olanaklı kılar. Buna karşılık ucuz malın piyasaya sürümünü sağlayacak “satın alıcıların” sayıca ya da kişi başı tüketim olarak büyümesini gerektirir (sürüm).
- İş gücü azalmasına paralel olarak ürün ne kadar ucuza mal edilirse edilsin, sistem onu satın alacakların asgari alım gücünü de sağlayabilmelidir.
- Bu kısır döngü “sürdürülebilirlik açısından” zaman içerisinde çalışan kesimi (emek) olabildiğince dışlamak zorundadır (giderek daha fazla mekanizasyon, örneğin depolamanın da robotlarla yapılması ya da tarımsal faaliyetlerin sınıra kadar kimyasallaşması vb.).
- Mevcut sistem ister istemez sermaye (kapital) ve işgücü (emek) arasında derinleşmek zorunda olan bir uçurumu beraberinde getirir.
- Bu süreç ekonomik göstergeler açısından “büyüme” olarak adlandırılabilir, oysa kısır döngünün kaçınılmaz sonucu giderek yayılan işsizliktir.
Kazanılan zaman, kaybedilen sosyal düzen
Makineleşmenin savunucuları, “işgücünün kazandığı zamanın başka alanlara kaydırılmasını olanaklı kıldığından uygarlığın ilerlemesine olumlu etkisi olur” tezini ileri sürerler: “Kazanılan zamanla edebiyat, müzik, aritmetik gibi sanatsal öğretilerin geliştirilmesi kolaylaşacaktır”. Tartışma da bu noktada başlar; “teknik imkanların ‘uygulanabilir’ hale getirdiği işsizlik nereye kadar kabul edilebilirdir?” Çünkü işsiz kalan insanın kazandığı zamanı değil bütünüyle, kısmen kültüre ayırdığı bir örneğe bile binlerce yıllık tarihimizde ne yazık ki hiç rastlanılmamıştır. Çamaşır ya da bulaşık makinesi, onu kullananların turşu kurmalarını sağlamaz; erken kazanılan emekliliğin sağladığı maaş sanatsal faaliyetlerin güçlenmesiyle sonuçlanmaz. Kıraathaneler artık okuma yapılan mekanlar olmaktan çıkmış, şans oyunlarıyla vakit öldürülen alanlara dönüşmüştür. Böyle bir yaşam tarzı sosyal yapının ve kültürün çözülmesiyle sonuçlanır.
Dolayısıyla her ne amaçla olursa olsun, çalışmak dünyevi yaşamın merkezi kuralıdır ve çalışan işgücü desteklenip yüceltilmek zorundadır.
Resim: Pieter Brueghel (baba), Köy Düğünü, 1568