İç politikadaki en önemli gelişmeler kuşkusuz CHP’de yaşanıyor. Mustafa Sarıgül bir kenarda dursun, Samsun Milletvekili Haluk Koç’un ardından, Gülsün Bilgehan’ın da adı parti genel başkanlığı için anılmaya başlandı. Derken İzmir Milletvekili Oğuz Oyan, partinin üst organı olan Merkez Yönetim Kurulu (MYK) ve PM üyelikleri ile Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerinden istifa etti. Eh, bir de değişmez Genel Başkan Deniz Baykal’ı sayarsanız, CHP olasılıkla son yirmi yılın en renkli dönemini yaşayacak.
Bütün bunların olması gerekiyor muydu, elbette gerekiyordu. Benim CHP ile ilgili kaygım partinin ne olacağı değil, ana muhalefetten yoksun bir ülkenin ne anlama geleceği idi. Seçim öncesinde hatırlarsanız, Deniz Baykal’ı aşure kazanının önünde gösteren fotoğrafı “Son Yemek”e atfen “son aşure” olarak adlandırmıştım. Sadece medyadan yansıyanlar değil, sokakta konuştuğum herkesin ortak yorumu “gönlümüz CHP’den yana, ama Baykal varsa asla oyumuzu vermeyiz” iken, bu görüntünün “son aşure” olarak adlandırılmasında bir yanlış olmadığını daha açık görüyorum. Kuşkusuz bu bir seçimdir, Deniz Baykal bu seçimden de engin manevra deneyimi sayesinde yeniden başkan olarak çıkabilir, ancak ana muhalefet sorunu varlığını sürdürür.
Söz konusu adayların pek azını ayrıntılı olarak tanıyorum, ancak bu girişimlerin önemi adayın ötesinde, CHP’nin kendini yenileme sürecini başlatacak olmasıdır. Bugün bulunduğu noktada CHP en azından son seçimlerde aldığı yenilgiyi iyi okumak, ayrıntılı değerlendirmek durumundadır. Bu sürecin Deniz Baykal başkanlığında başlatılması mümkün olmamıştır. Sayın Baykal, muhalefette bulunuyor olmalarına karşın göreceli oy kayıplarını “başarı” olarak değerlendirdiği sürece, en azından bir yerlerde bir sorun olduğunu kabullenmeyi reddettikçe, CHP’nin geleceğinden emin olamaz. Ne var ki CHP’nin geleceğinin bizi neden bu kadar ilgilendirdiği konusunda söylenecek bundan daha fazlası bulunmakta.
Bu noktada Fikret Bila’nın önceki gün Hilmi Özkök Paşa’yla yaptığı röportajı da değerlendirmeye almak gerekiyor. Hilmi Özkök Bekir Coşkun’un “Göbeğini kaşıyan adam” başlıklı yazısına atfen “İnsanları adam yerine koymak çok önemli. Bu o kadar önemli ki, insanları adam yerine koymazsanız, birisi göbeğini kaşıyor diye onu hor görürseniz yanlış olur. Siz hor görürken öbürü ayakkabısını kapı önünde çıkarıp onun evine öyle giriyor” diyor. Bu sözlerdeki göndermenin ana hedefi kuşkusuz AKP. AKP tarzı yapılanmayı beğenelim beğenmeyelim, bir biat kültürünün, sosyal ve ekonomik yardım modeliyle beslendiğine inanalım ya da inanmayalım, topluma başarıyla anlattığı “kendilerinin de onlardan” olduğudur. Toplumun en azından yüzde 46’lık bir kesimiyle oluşan empati, biraz da din kardeşliği ve istikrar fısıltılarıyla, “umut adına oy” olarak geri dönebilmiştir.
Şimdi CHP’nin kendisini bu bakış açısından değerlendirmesi gerekiyor. “Biz elit bir partiyiz, göbeğini kaşıyan adamla işimiz yoktur” söylemini sürdürürlerse, geleceğe yönelik yeni hedef belirlemelerine de gerek kalmayacaktır. Nasıl olsa kemikleşmiş yüzde 10 küsur civarında oyları mevcuttur. 22 Temmuz seçimlerinde aldıkları “seçeneksizlik oyları” bir sonraki seçimlerde kendine yeni bir adres bulmakta zorlanmayacaktır. Oysa onlardan beklenen sadece güçlü bir muhalefet değil, Türkiye’nin geleceği için akıl ve bilim doğrultusunda planlayacak alternatif ve esnek politikalar üretebilmeleridir. İşin daha zor yanı bu politikaların bu ülkenin hamuruyla uyuşur olmasıdır. Göbeğini kaşıyan adamın, geleceğe yönelik umutsuzluğunun ve ataletinin istek ve harekete çevrilmesi; kişisel basit çıkar beklentisinin topyekun kalkınma coşkusuyla karşılık bulması zor, ama imkansız olmayan gelişmelerdir. Bugün için bu dönüşümü sağlayabilecek ne sağda ne de solda herhangi bir parti mevcut değil, kısa süre içerisinde olacak gibi de görülmüyor.
Müzik mahalle baskısına neden olur mu?
Size geçen hafta aslında mahalle baskısının hayatımızın pek çok alanına hakim olduğunu söylemiştim. Manavın “seçtirmeme” saplantısından, sokakta kendi başımıza gülümseyemememize kadar üzerimizde açık ya da kapalı bir mahalle baskısı zaten bulunmakta. Mesele mahalle baskısının olup olmadığı değil, bu baskıya nasıl karşı koyacağımızda. Zira mahalle baskısına karşı koymak, doğruyu söylüyor ve yapıyor olduğumuzun akıl çerçevesinde önce kendimiz tarafından kabul edilmiş olmasıyla ilişkili. Bununla ilgili son örneğin öznesi de geçen salı günkü yazısıyla Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök oldu. Özkök iki gün önceki yazısında THY’nin “business class” uçuşta sunduğu servis kalitesinin ne kadar yüksek olduğundan dem vurduktan sonra, “bir de inişten sonra o ağır Türk müziği olmasa” eleştirisini getirmişti. Bu sözlerine önce Doğan Hızlan, ardından (damadı) Ercan Saatçi ve nihayetinde MESAM üyesi sanatçılar (üstelik imza toplayarak) eleştiri de bulunmuşlar. Özkök nitekim bu “mahalle baskısı” neticesinde “sözlerinin amacını aşmış olduğunu” söylemek zorunda kaldı.
Neden? İlk defa bir saptamasında sonuna kadar haklıydı. Buradaki mesele müziğin Türk müziği ya da başka bir müzik olması değildi ki. Yolculuklar yeni bir başlangıcın hayatımızdaki kısa ifadeleridir. Müzik de etnik kökeni ile değil, ancak içimizde yarattığı ruh haliyle nitelendirilebilir. THY’nin inişten sonra çaldığı ağır müzik olsa olsa “neyse ki bu yolculuk da bitti, kazasız belasız kurtulduk, kabinden bir an önce kaçalım” haleti ruhiyesini yaratmaktadır; Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında yazan “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” ifadesinin “musiki analoğu” gibi. Elbette her canlı bir gün ölecektir, başka bir seçenek var mı? Ancak sürekli oradan oraya taşınmakla geçen yaşamımızda, bir yolculuğun ardından “eve dönmek, seyahate (tatile) başlamak, kavuşmak” gibi mutluluk ve esenlik veren çoğunluk ifadelerin musiki karşılığı neden “bu yolculuğu da kazasız belasız atlattık” olsun. Uçuşu yapanın THY olması, ruh dünyamızı etkileyen en temel uyaran olan müziğin ağır bir Türk klasiğine dönüşmesini gerektirmez, Lufthansa ile uçanlar Beşinci Senfoni’yi mi dinliyorlar?