Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) yayın organı Bilim ve Teknik’te yer alacak olan Darwin konusundaki dosyayı sansürlemesi emin olunuz daha uzun süre konuşulacak. Çünkü bütün dünyada Darwin’in doğumunun 200. yılı olarak kutlanan 2009, bizde Darwin’in “bilimsel anlamda” açıkça sansürlendiği ilk yıl olarak hatırlanacak. İnsanın var oluşunu evrim ve yaradılış arasına sıkıştıran iki kutuplu düşüncenin hegemonyasını bu kadar açık olarak hissettirdiği başka bir zamanı ben hatırlamıyorum, bu nedenle konuyu bir kez daha tartışmaya değer buluyorum.
Bu satırları okuyanlar hatırlayacaklardır, “Bilinmeyenin Sınırları” başlığı altında evrim teorisini de birkaç kez irdelemek şansını buldum. Bugün bu teoriyi yeni baştan değerlendirmeyeceğim, daha çok tarafların teoriye olan yaklaşımlarını eleştirmekle yetineceğim. Evrim teorisi (adı üzerinde bir teoridir) türlerin bugünkü duruma gelişlerini “doğal seçilme” yoluyla açıklar. Buna göre yaşamsal anlamda diğerlerine üstünlük oluşturan bir tür yaşamını sürdürür, diğerleri ise ortadan kalkar. Bu teori görünürde elbette mantıklıdır, geçerliliği açıkça kanıtlanamamış olsa da, üstünlük sağlayan soyun yaşamını sürdürmesi fikri kolay kolay reddedilemeyecek bir mantık taşır. Örneğin doğal düşmanından kaçmasını kolaylaştıracak hızı yakalayan bir tür diğerlerine göre elbette üstünlük göstereceğinden mevcudiyetini sürdürme şansı çok daha yüksektir. Buna karşılık evrim teorisi yaşamın nasıl başladığı konusunda hiçbir elle tutulur açıklama getiremez. Bu konuda yapılmış en gerçekçi deney olan Stanley-Miller deneyinde, içerisinde amonyak, karbondioksit ve su bulunan “ilksel plazmaya” elektriksel uyaranın (yıldırım düşmesi) verilmesinin basit aminoasitlerin oluşmasına neden olduğu gösterilmiştir. Buradan hareketle, hücresel yaşamın ilk yapı taşlarının oluşumunun da açıklanabileceği varsayılmıştır. Ancak Stanley-Miller deneyinin ilk dünya koşullarını karşılayıp karşılamadığı bile kuşkuludur ki, canlı hücrenin ortaya çıkışını açıklamakta çok hafif kalır.
Buna karşılık Darwin ortaya attığı teori ile bilim dünyasında kendine ciddi bir konum bulmayı başarmıştır. Kendisinden sonra modern bilimsel teknikleri de kullanan binlerce kişi teorinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu araştırmalar son yıllarda “moleküler evrim” kavramı da eklenmiş, moleküllerin de evrimi desteklediğini söyleyen hipotezler ortaya atılmıştır. Oysa benim bilgi dağarcığımın sağladığı algı, evrimin mantıklı olmakla birlikte, canlılığı ve türleri açıklamaktan nedense çok uzak olduğunu söylüyor. Buna karşılık, evrim bilimsel dogma olarak o kadar güçlü bir yer edinmiştir ki, teori eleştirilebilir olmaktan çıkmıştır. Yakın çevremdekilere bile, bunun çok mantıklı görünmediğini söylediğimde aldığım yanıt “yoksa sen yaratıldığımızı mı düşünüyorsun” şeklinde derin bir kınamadır.
İşte sorun da tam bu noktada ortaya çıkmakta. Bugün için Darwin’in evrimi teorisi kabul edenlerin, ben size iyimser olarak söyleyeyim, yüzde beşinin bile teoriyi ve karşıt görüşleri okuduklarını düşünmüyorum. Onlarınki de aynen yaradılışçılar gibi, körlemesine bir inançtan öteye gitmemektedir. Darwin özellikle Marksist görüş açısından kendine sağlam bir yer edinmiştir, zira Tanrı kavramının ortadan kaldırılmasının bilimsel manivelası olarak mükemmeldir. Yaradılışçılar Darwin’i işte bu noktada, Tanrı inancına saldırı olarak gördükleri için kınamaktadır, ama gerçeğin ne olduğunu arayıp bulma hevesini nedense kimse gösterememektedir.
TÜBİTAK dosyayı rafa kaldırmakla, daha doğrusu görmezden gelmekle bu yüzden büyük bir hata yapmıştır. Darwin saklanmamalı, bilakis tartışılmalıdır, ama tamamen bilimsel bir üslupla. Teorinin karşıtlığı yaratışçılık değildir, teorinin kendisi zaten yetersizdir. Günümüz biliminin bazı konuları tabu olarak kabul etmesi, dinsel tabuculuktan hiç de farklı değildir. Sakın bilimsel düşüncenin tabuılardan tamamen arınmış olduğunu düşünmeyin, bilimin de tabuları vardır, kabullenmeler üzerine kuruludur ve eleştirilere bütünüyle kapalıdır.
Gelin size aklıma takılan sorulardan birkaç örnek vereyim, siz de açıklama bulmaya çalışın. İlk soru petrol yatakları üzerine. Hayatımızın merkezi konularından biri olan petrolün, çoğu hayvanlardan oluşan organik kütlenin basınç altında kalması sonucu oluştuğu kabul edilmektedir, bu doğru da olabilir. Ancak Malthus’un tanımladığı “beslenme kaynakları ve çoğalma” arasındaki ilişki dikkate alındığında milyarlarca varil tutan kaynakların nasıl oluştuğunu açıklamak bana pek mümkün görülmüyor. Zira bugün için organik kaynaktan en zengin bölgeleri bile sıkıştırsanız, bu kadar büyük hacimde rezerv oluşturamayacağını siz de kolaylıkla fark edersiniz. Benzer durum elbette kömür rezervleri için de geçerlidir. Ya da herkesin ortak kabuslarından biri olan “boşluğa düşmeyi” açıklamak da mümkün görünmemektedir (Mesela evrimciler bunu, insanın ağaçta yaşadığı dönemden kalma mükemmel bir örnek olarak kabul ederler. Oysa bu varsayımı kabul edersek, “yaşanılmış deneyimin doğrudan genlere yazıldığını” da kabul etmek durumunda kalırız ki, böyle olduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktur).
İster dinsel, ister bilimsel olsun, bağnazlık bağnazlıktır.