Deniz Baykal’ı son gördüğümde mübarek muharrem ayı için yapılmış aşureyi dağıtıyordu. Elinde büyücek bir kepçe, “Son Yemek”e inat tamamen yalnız (ya da fotoğrafta bile yanına adam istemeyen tavır), ama gözleri ne kasede ne kazanda, gözleri kendine yönelmiş kameralardaydı. Oysa en son dün bahsetmiştim kendisinden bir sokak sohbetinde, çoğu kez olduğu gibi bir taksi sürücüsüydü. Malum bugünlerde konu küresel ısınma ve genel seçimler arasında gidip gelmekte. Küresel ısınma konusunda söyleyeceğim çok şey olmadığı üzere, sadece yazın çok zor geçeceğini vurgulayarak yetindim. İki ay öncesinde bile yolumdaki bütün nehirler kuruydu, üzerinden geçen zamanda eklenmiş bir damla su olmadığına göre önümüz tarımsal açıdan kuraklık, şehir yaşamı açısından da susuzluk olacaktı. Ben bugüne dek İstanbul’a tankerle su taşındığını görmedim, ama hafızası daha iyi olanlar şebeke suyuna deniz suyu basıldığını hatırladılar. Üç yanı denizle kaplı bir şehrin susuzluktan kırılması sadece bize mi özgüdür bu dünyada bilmiyorum.
Oysa Deniz Bey’in gözlerinde aşurenin bereketi vardı. Bir sonraki aşureye konulacak buğdayın en az iki kat pahalı olacağını ben bile tahmin edebiliyorsam dedim, Deniz Bey olasılıkla hesabı daha detaylı yapmıştır, belki de bu fotoğrafı gerçekten “Son Aşure” tablosu olarak kabullenmemiz gerekir. Taksi şoförü ile sohbetin her zamanki “klasik” çıkarımı da yine aynı oldu: “Gönlümüz CHP’de, ama Baykal olduğu sürece biz CHP’ye oy vermeyiz” (bizden kastı aile efradı değil, çevresinde konuştuğu herkes). Bilmem Deniz Bey’in kazan başındaki bereketli gülümsemesini görse aynı duyguları sürdürüyor olabilir miydi? Muharrem ayının bereketi, “Son Aşure”.
İnanın “Son Aşure” lafını öyle uzun uzun arayıp da bulmadım. Birden aklıma geldi, daha doğrusu birden yerine yakışıverdi. AKP’nin pek çok alandaki tükenmişliğine, daha doğrusu devraldığı ekonomik baharın çoraklığa yüz tuttuğu bu günlere inat, meclisteki tek muhalefet CHP idi, yani Deniz Baykal. Zamanında yapılacak olduğu sürekli hatırlatılan bu seçimden en fazla güçlenmiş çıkması gereken de kuşkusuz CHP idi. Oysa konuştuğum herkesin hemfikir olduğu tek nokta bulunmakta; “gönlümüz CHP’den yana, ama partinin başında Deniz Baykal olduğu sürece asla”. Derken ** yaptığı kamuoyu yoklaması gündeme düşüverdi.
Demokratik yönetimlerin olmazsa olmaz unsuru farklı görüşlerin mecliste temsil edilebilmeleridir. Bugünkü seçim kanununa göre azınlığı oluşturan unsurların mecliste pratik olarak yer bulmaları mümkün olmadığına göre, bu görüşlerin bir siyasal parti aracılığıyla temsil edilmeleri gereklidir. Genel seçimde CHP dışında bu boşluğu doldurabilecek bir siyasal parti bulunmamaktadır. Dolayısıyla CHP ve Deniz Bey’in misyonu sadece kendi görüşlerini değil, temsil şansı olmayan görüşleri de meclisin bilinç düzeyine aktarmalarıdır, “Cumhuriyet HALK Partisi” yani. Durum böyle olunca Deniz Bey’in seçimi riske sokması, Türkiye’yi riske sokması anlamına gelmektedir.
Deniz Bey’in kendisinden sonraki CHP’yi nasıl hayal ettiğini elbette bilemiyorum, böyle bir hayali olduğundan bile emin değilim (bu erozyonla o dönemde hala CHP kalmış olursa). Ama konunun beni ilgilendiren bölümü, tamamen tükenmiş bir CHP’den sonraki Türkiye’nin nasıl olacağı. Bugünkü veriler seçim sonrasında CHP’nin DYP, MHP ve ANAP’la aynı oyu alacağını gösteriyor ki, barajın her dört parti için aşıldığı varsayımıyla düşünürsek, CHP küçük partilerden biri haline gelecektir. Partide tek olmak saplantısını hiç kaybetmeyen Deniz Bey, yine sembolik bir istifanın ertesinde geri dönebileceğini zannetse bile, geri döneceği bir parti artık kalmayacaktır. Ama öyle değilse, yani Deniz Bey bu seçimde Türkiye’yi ve demokratik temsili riske atmak istemiyorsa, CHP’nin ve kendisinin üç yıl sonra nerede olacağına dair altını imzalayacağı açık bir deklarasyonda bulunmak zorundadır ki, kaybettiği güveni yeniden kazanabilsin.
Deniz Bey CHP’nin içerisinde bulunduğu durumu olasılıkla konumu nedeniyle doğru değerlendiremiyor. İşte “kazan başında kepçe tuttuğu tabloyu” da bu nedenlerden ötürü “Son Aşure” olarak adlandırıyorum.