Türkiye’de bir süre önce bütün tartışmalara rağmen hazırlanıp yürürlüğe konulmayı bekleyen yeni Tohum Yasası, akıl almayacak bir hatanın devlet eliyle nasıl işlendiğini göstermekte. Tohumculuk Kanunu Tasarısı nedendir bilinmez, tohum üretimi ve kullanımını “zaptı rapta” almayı hedefliyor. Ekoloji Kollektifi’nin yaptığı açıklamaya göre “Bu kanunla, bugüne kadar Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’ne (TAGEM) bağlı enstitüler aracılığıyla tarımsal araştırma-geliştirme sonucu üretilip üreticilere dağıtılan tarımsal sistem tamamen yok edilmekte. Kendi yerel tohumunu ve çeşitliliğini giderek kaybeden çiftçilerimiz bir kilo domates tohumunu 18-20 bin dolar fiyatla almak zorunda bırakılıyor. Tohum da dahil her türlü girdinin giderek uluslararası şirketlerin eline geçtiği bir sistemde üretici sözleşmeli üreticilikle ürettiği ürününü maliyetine ve maliyetinin altına satmak zorunda kalıyor. Tohumculuk Kanunu Tasarısı’nın içerdiği en tehlikeli hüküm ise, tohumda “çeşit” kavramının “.. geleneksel ve/veya biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş olan genetik yapı” olarak tanımlanması ve tescile tabi kılınması. Yasanın bu maddesiyle, çok uluslu şirketler, bu topraklarda yüzyıllardır, doğanın ve insan emeğinin oluşturduğu tohumları, neye yarayacağını bilmediğimiz biyoteknolojik yöntemle kazandırdıklarını iddia ettikleri sözde “yeni” özellik ile patentlemeye çalışıyorlar.”
Ekoloji Kollektifi’nin söylediklerinin yanlış olduğunu kimse iddia edemez. Bu satırlarda sık sık tarım politikalarımızın hatalı olduğundan, daha doğrusu tarım politikamız olmadığından söz ediyorum. Benim gibi kırklı yaşlarını sürmekte olanlar hatırlayacaklardır, biz ilkokuldayken Anadolu’nun bütün dünyayı besleyecek tahıl ambarı olduğuyla gurur duyar, hayvancılığımızla övünürdük. Bu gururun yüzde ellisinin abartı olduğunu var sayın, hatta isterseniz Yerli Malı Haftaları’nı da o dönemin romantizmi olarak algılayın; yine de açık olan bir şey vardı; “biz kendi ürettiklerimizle bu ülkeyi besler durumdaydık”. Devlet “böyyüklerimiz” tarım toplumundan sanayi toplumuna geçemediğimizden yakınırlardı ama, bu ülkede aç yoktu, çiftçi de ne ekeceği konusunda hür iradesine sahipti. Bugün geldiğimiz nokta, “nasıl olsa daha ucuz diye” dışarıdan alarak başladı. Önce et konusunda dışa bağlandık, ardından buğday konusunda çıkmaza girdik. Pancar işlemek üzere kurulmuş şeker fabrikalarımız, şeker kamışı zorlamasıyla kapanma aşamasına geldi. Bütün bunların üzerine genetiği değiştirilmiş (GDO) tohumlarla tanıştık. Bu tohumlar önce “pilot üretim” olarak yutturulmaya çalışıldı, ardından gelen toplumsal itirazlar üzerine Tarım Bakanlığı yetkilileri üç maymunu oynadı: “Görmedik, duymadık, bilmiyoruz!”
Ancak tohumculuk kurallarını düzenlemeye yönelik bu son yasa olanı biteni “cehaletlerindendir!” aşamasından çıkartıp, “ihanetlerindendir!” aşamasına sürükledi. Ülkemizde ekilecek tohumları “standardizasyon” makyajıyla yok etmeye çalışılan bu yasa tasarısı, aslında tohumların denetimini doğrudan tekele bağlamayı amaçlamakta. Bu tekelin sahibi de ister istemez çoğu Amerika kökenli şirketler olacak. Zira AB uyum paketi içerisinde görüşülen bu yasanın çıkması halinde devlet tohumculuğun her alanından çekilecek, kontrolü şirketler alacak. Yasa taslağının 15. maddesinde bahsedilen yetki devriyle birlikte kamu üretim, sertifikalandırma, ticaret ve denetimi, uluslararası tarım şirketlerine bırakılacak. Böylelikle de ülkemizin tarım politikaları uluslararası şirketlerin ya da onların kuracakları (kurdurtacakları) birliklerin kontrolüne terk edilecek. Üstelik pazarlanmaya çalışılacak tohumlardan elde edilecek ürünlerin olası zararları bu kadar açık seçik ortadayken.
Oysa bir kez daha altını çizerek ifade edelim, ülkemizde tüm Avrupa’daki bitki çeşidine yakın bir sayıda olmak üzere, 3 bini endemik toplam 13 bin çeşit bitki bulunmakta. Böylesine bir zenginlik dünyanın hiçbir yerinde yok. Durum böyleyken, yani insanlar binlerce yıldır bu coğrafyanın sunduklarıyla mükemmelen beslenirken, birileri çıkacak ve diyecek ki, “bundan sonra yiyeceğiniz tohumlar patentli olacak”. Buna kim inanır, ama daha önemlisi bu yasa tasarısını teklif edenlerin bu toprakları ve bu insanları sevdiklerine kimin güveni kalır?
Bir haftadır İstanbul’un orman arazilerinin nasıl talan edildiğini izliyorsunuz. Durum o kadar trajikomik ki, zamanında villalara yapım iznini veren, sit kararına karşı çıkan belediyenin başkanı bugün Başbakan. Kimsenin diyeceği bir şey yok, yani “tuzun kokması” durumu (neyse ki İçişleri Bakanlığı’nın “soruşturma yapılamaz” kararı Danıştay’dan döndü, devletin “derin hafızası” bile olsa kimse gocunmasın). Tarımın uluslararası tekellerin kontrolüne girmesine neden olacak bu yasa tasarısının sahibi de Sayın Başbakan. Anlaşılan, vatan sevgisi, meydanlarda şiir söylemekle olmuyor.