Etrafımızı saran umutsuzluk çemberinden çok sık şikayet ediyorum, bugün konuyu yine gündeme getireceğim için beni peşinen bağışlayın. İktidar partisi AKP yolsuzluk söylentileri nedeniyle giderek yıpranmaktadır. Ne var ki sorun bu söylentilerin gerçek olup olmaması değil, başta Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, adalet mekanizmasının da konunun üzerine gitmekte “tereddüt” içinde kalmasıdır. Şaban Dişli ve Deniz Feneri meselelerini yeniden anlatıp zamanınızı almayacağım, detayları eminim yeterince iyi biliyorsunuzdur. Bunlara benzer ileri sürülen çok fazla iddia söz konusu, bazılarının sağlam tanıkları (gerçeklik payları) olduğunu da biliyorum. Lakin mesele soruşturmaya geldiğinde, soruşturmayı üstlenecek kimse bulunamadığı gibi, iktidar “kendi içerisinde çözmekle” (örtmekle) yetiniyor. Daha kötüsü, Türkiye Cumhuriyeti’nin iyi kalpli, dürüst vatandaşları da duyarsız kalmakta ısrar ediyor. Bu duyarsızlığın ifade edilen iki gerekçesi bulunmakta. Birincisi “böyle gelmiş, böyle gider” kolaycılığıdır ki, en iyi eğitimli olduğunu düşündüğünüz kesim bile meseleyi umursamazlıkla karşılıyor, en azından tartışmakta tereddüt ediyor. Diğer açıklama ise daha vahim; “siz bunu vatandaşa anlatamazsınız” kolaycılığı.
Söz konusu hiçbir şey anlatılamayacak vatandaşın kim olduğunu ilk önce Bekir Coşkun tanımladı ve “göbeğini kaşıyan adam” portresini üretti. Bu adam/kadın tiplemesi sadece kendi küçük çıkarına bakıyor, bulgur, kömür gibi yardımlarla kolayca elde edilebiliyor. Zaten okumuyor, haberleri takip etmiyor, özetle yaşamını kendi küçük dünyasında sürdürüyor. Bekir Coşkun’un tanımlaması hatalı değil, “göbeğini kaşıyan adamlar/kadınlar” sayıca az değiller. Ancak bu tanımlamanın çağrıştırdığı kişinin kim olduğu düşünüldüğünde, sakın Anadolu’da yaşayan insanlarımız olduğu sanılmasın. Kasabalılarımız, köylülerimiz, çiftçilerimiz, “çobanlarımız” memleket meselelerine bir şehirliden çok daha fazla duyarlılar.
Göbeğini kaşıyan adamlar/kadınlar daha çok büyük şehirlerde yaşıyor, ortalama gelir düzeyinin hayli üstünde bir refah durumuna sahipler, öyle bulgur yardımına falan da muhtaç değiller. Çoğu yukarıda tanımladığım “iyi eğitimli sınıf” içerisinde yer alıyorlar. Bu grubun temel sorunu “iyi şeyler olabileceğine inanmamaları”, o nedenle iyi ya da kötü hemen her şeye “burun kıvırarak” yaklaşıyorlar. Birileri zoru başarmaya çalıştıklarında “başarsa ne olurmuş ki?” diye soruyor, en çalışkanları bile “bunlar romantik hareketlerdir” diyorlar. İşlerinin ve yaşamlarının gerekliliklerinin sadece asgarisini (en azını) yerine getiriyorlar. Lakin beri yanda Husen ** 100 metre ve 200 metre dünya rekorlarını kırdığında çok önemsiyorlar. Bir kısmının duvarında Che Guevar****a’nın posterleri asılı. Lakin mesele “dağa çıkmak” olduğunda, değil dağa çıkmak, dilekçe vermek, yürüyüşe gelmek konusunda bile isteksiz davranıyorlar. İşte göbeğini kaşıyan adamlar/kadınlar aslında bunlar.
Tanımlamalar Bekir Coşkun’un’unkiyle de bitmiyor. Örneğin “suyu akışına bırakıcılar” (‘Bırakınız geçsinler’ciler) var. Bunların da çoğu yüksek eğitimliler; olan ve bitenin bir gün kendiliğinden düzeleceğine inanıyorlar. Varsayım doğru olsa bile (yaşamın gel-gitleri) arada geçecek zaman içerisinde “depremde ve kurslarda binaların altında kalanları, raydan çıkan trende ölenleri” görmezden geliyorlar. “Ne olur ki yirmi otuz (bin) kişi ölse?” diye soruyorlar. Çoğunun zaten çocuğu yok, aile bağları zayıf, sevgileri de kendi küçük dünyalarıyla sınırlı.
Peki hiç mi duyarlı bir kesim yok ülkemizde? Elbette var, işte onlar da “küçük olsun, benim olsun”cuları oluşturuyor. Bunlar aslında çalışkan insanlar, hatta bir kısmı çilekeş bile sayılabilir. Kendi küçük tekkelerini (dernekleri, vakıfları ve hatta partileri) bekliyorlar. Son derece tok gözlüler, harama bulaşmışlıkları yok. Büyük ideallere sahipler, bakan, başbakan, hatta rektör olmak istiyorlar. Sağcılar (Turancı, Türkiyetçi, Pan-bilmemneciler…), solcular (Marksist, Leninist, Troçkist, Dev-bilmemneciler…), yeşiller, yeşilciler, çatıcılar, “demokrasiciler”, ve hatta “Atatürk’çü” (Ne demekse? Mustafa Kemal’in kemiklerinin sızladığından eminim!) geçinenler. Ancak çoğu hırslarına yenik düşmüş durumdalar. “İmkan verilse (!), değil ülkeyi, dünyayı bile kurtaracaklar ya, lakin o “ben” tutkusu yok mu, işte o tutku küçük ve güçsüz kalmalarına neden oluyor. Birleşmeyi, aynı potada erimeyi, velhasıl “ortak sevdada” bütünleşmeyi kendilerine yediremiyorlar.
Ve geriye kalan “Biz”ler, her tür sorunu kendisinin sayan, kötü giden şeyleri değiştirmeye çalışan ve birleşmeyi savunan “azınlık” vatandaşlar. Aslında sayımız on (?) bini bile geçmez. Biz sapına kadar romantik, üstüne üstlük “bilim” sahibiyiz, yani “yanlış” duaya asla “amin” demeyiz. Zaten sorunları da biz çözeriz. Adanmışlıktır düsturumuz ki, “ne gelir bundan” diye de asla sormayız, karşılık beklemeyiz. İşte geriye kalan “Biz” de buyuz.
Şimdi soruyorum, peki siz kimlerdensiniz?