Toplumu oluşturan sınıflar içerisinde soylular (günümüzdeki karşılıkları daha çok soylu olmaya özenen elitlerdir), entelektüeller (günümüzdeki aydın sözü bunları karşılamaz) ve bürokratların yeri üç aşağı be yukarı bellidir. Sorun yasalara en çok tabi olması beklenen halkın nasıl tanımlanacağındadır. Çünkü “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” temelinde oluşturulan anayasanın en fazla ilgilendirdiği kesim aslında halktır. Halk mevcut üretimin çoğunu gerçekleştirir, ülkelerin bir yerde fiziki gücünü oluşturur, modern demokratik anayasalar çerçevesinde de yönetime seçim ile dahil edilir. Halk tarihsel süreçte bakıldığında, küçük üretim birimlerini oluşturan çiftçiler (serf) ve kol gücünü sağlayan kölelerden meydana gelmektedir.
Ne var ki günümüzün değişen koşullarında bu kavramlar karışır. Endüstrileşmenin getirdiği mekanizasyon ve otomasyon kol gücünü dışlamakla kalmaz, basit tekrarlayıcı işlerin de (kasiyerlik, banka memurluğu, biletçilik vb.) makinelere devredilmesini olanaklı kılar. Bankaya gitmek yerine işi bankamatikten halletmek, bilet almak yerine Akbil kullanmak başlangıçta makul görünmektedir. Ancak kapsam tarımdan tutun, sanayiye kadar genişlemeye başladığında işsiz nüfusun çok ciddi bir biçimde arttığını görürüz. Ucuz marketler eleman gerektiren şarküteri reyonundan vazgeçer. İnternetin hakim olmasıyla birlikte, tekstil ürünü satmak için dükkan açmak yerine internet sitesi kurmak daha avantajlı hale gelir. Çünkü işgücünün ortadan kalkması fiyatların düşmesini sağlamış, sanal ortam işletme giderlerini de ortadan kaldırmıştır. Bu durum elbette anayasaların vatandaşların haklarını koruduğu düşüncesiyle taban tabana zıttır. İşveren açısından mesele, yapılanları bir şekilde yasa kılıfına sokabilmektedir.
Sermayenin iş gücü artık mavi değil, beyaz yakalıdır
Dolayısıyla günümüzde “köle sınıfından devşirilmiş” olan iş gücünün durumu Roma döneminden bile daha geriye düşer. Sermayenin karşısındaki yegane güvenceleri olan iş sözleşmeleri ve grev hakları da ortadan kaldırılır, “şirketlerin birbirine işçi kiralayabileceğine dair düzenleme” işçi sınıfının köleliğe doğrudan iadesi demektir. Benzer sınıf kayması eğitimliler için de geçerlidir, onlara “beyaz yakalı” desek de, aslında “mavi yakalılar” kalmadığından yeni mavi yakalıları onlar oluşturur. Bugün, üretim, depolama ve lojistiği tamamen robotik olarak gerçekleştiren ilaç endüstrisinin ürün müdürleri aslında mavi yakalıdır. Çoğu kolej eğitimi almış, iyi üniversitelerden mezun olmuş, iki dil bilen mastırlılardır. Oysa ekonomik sıkıntı oluşursa önce onlar işten çıkarılır, çünkü fabrikalardan çıkarılabilecek işçi kalmamıştır. Beyaz yakalı kesim yükselme hayalleri içinde okur, çoğunun hedefi elit sınıfa atlamaktır, sisteme entegre olmaya çalışırlar. Lakin aslında mavi yakalı olduklarının farkına bile varamadan emekli olurlar.
Toplumun halk tanımı nedense gerçeği yansıtmaz
Herkesin oy kullanma hakkının bulunduğu bir demokratik koşulda, ortalama birine sorsanız bile “halkın aslında herkesi kapsadığını” söyleyecektir. Ancak mesele seçim sonuçlarının değerlendirilmesine geldiğinde, yani sandıktan kendini (mesela aydın olarak tanımlayanların) istemediği sonuç çıktığında, halk suçlanması gereken üçüncü (bilinmeyen) şahısa dönüşür. Bu parti bu kadar oyu nasıl almış olabilir, elbette “bu halk böyle olduğu sürece daha farklısı beklenmemelidir”. Bu tanımlamalarda ilginç olan bilinmeyen üçüncü şahıs halk suçlamasının toplumun bütün katmanlarınca dile getirilebilmesidir. Çaycıya da sorsanız, taksiciyle de konuşsanız, sermaye sahibinin de görüşünü alsanız, bilinmeyen üçüncü şahıs halka giydirirler. Bunun ben mantıklı bir açıklamasını bulamadım. Ya sadece seçim günü ortaya çıkan, ama onun dışında hiç görülmeyen oy hakkına sahip bir kitle bulunmaktadır ya da çaycı aslında tebdili kıyafet dolaşan, eğlence olsun diye çalışan bir elittir.
Seçimden istemeyen sonucun çıkmasının halka mal edilmesi, kaybeden politikacılar ve satacak ürünü olan sermaye sahipleri tarafından açıkça dillendirilemez. Bu suçlama daha çok kendini aydın olarak nitelendirenlere mahsustur; bertaraf olan gazeteciler, ama en çok cumhuriyetin ikinci kuşak elit bozmaları bu eleştiriyi dile getirir. “Bu halk böyle olduğu sürece yapacak bir şey yoktur, oylarını bir kilo bulgura satmışlardır. Bu halk cahildir, adam olmaz. Bu kötü gidişin üstesinden demokrasi ile çıkılamaz” sözlerini çok sık duyarsınız. Anlaşılan toplumun halk melekesi işlevini yitirmiştir.