Günümüzde kanser dahil pek çok modern zaman hastalığı “yeni” ortaya çıktıkları için nedenleri ve tedavi yöntemleri bilinmemektedir. Modern teknolojinin özellikle görüntüleme alanında kullanıma sunduğu olanaklar, detayın saptanmasında “yüksek çözünürlük” sunsa da, moleküler biyoloji yöntemleri kolaylıkla gen haritaları çıkarsa da, hastalıkların ortaya çıkışına dair elle tutulur açıklamalar (neden-sonuç ilişkisi, eski tabirle illiyet bağı) getirememektedir. Peki teknolojin sunduğu bunca yeni olanağa karşılık bir ilerleme elde edilemiyorsa sorun nerededir? Bu tutukluğun olası birkaç açıklaması bulunmaktadır:
(1) Teknolojinin gelişim yönü biyolojinin talepleri doğrultusunda değil, kendi açılımları doğrultusundadır. Örneğin bir ultrasonografi cihazı gönderdiği ses dalgaları sayesinde doku içerisindeki farklılıkları algılar. Yeni materyaller ve yazılımlar geliştirildiğinde bu görüntülerin keskinliği artar ya da birleştirilerek örneğin bir bebeğin yüz hatlarının seçilmesi sağlanabilir. Çoklu detektörlü bilgisayarlı tomografi cihazları ya da daha güçlü alan oluşturabilen manyetik rezonans görüntüleme cihazları detaya ilişkin çok daha keskin görüntüler sunabilir. Ancak bunların hiçbiri mevcut durumun ya da değişikliğin nasıl ortaya çıktığı konusunda bir şey söyleyemez. Bilakis eskiden saptanamayan durumların ortaya konabilmesi nedeniyle, ileride hastalığa yol açıp açamayacağı belirsiz olan yeni detayları saptadığından sağlık harcamalarının maliyetini artırmanın ötesinde, hastanın akıbetini de olumsuz etkileyebilir. Ama beri yandan bu tür olanaklar “pazarlanabilir ve satılabilir” olduklarından yayılmalarının önü açıktır.
(2) Aynı şey giderek daha detay moleküler bilgiler veren genetik taramalar için de söz konusudur. Genlerin çalışma prensipleri henüz neredeyse hiç bilinmese de, genetik haritalar çıkarabilecek teknolojiler çoktan ticari aşamaya gelmiştir. Batı tıp akademisi bu test sistemlerinden elde edilen bilgileri “korelasyonla” (ilişkilendirme) kullanmaya, genlerin varlığı ve hastalık durumu arasında ilişki yakalamaya çalışır. Bu alfabesi bilinen, ama artık hiç konuşulmayan bir dile ait metinlerin okunmaya çalışılması gibidir. Hangi harften kaç tane olduğunun taranması, harflerin bileşik anlamları, yani kelimelerin, cümlelerin ifade ettikleri konusunda hiçbir şey vermeyecektir.
Mesafe kaydedilemiyorsa ilk kabullenme gözden geçirilmelidir
(3) Ama en önemlisi bu arayışların peşinde olanlar, yani bilimi ancak teknolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde götürmeye çalışanlar, onlara öğretilmiş olanın, yani bildiklerinin, “genel geçer kesin kural” olduğu saplantısı içindedir. Yukarıda saydıklarımıza göre bu üçüncüsü en ağırıdır, zira ilk kabullenmenin “yanlış, geçersiz ya da çok az geçerli” olması durumunda, sonradan üzerine konan bilgilerin yorumu da hep hatalı olacaktır. Zira bilimsel metodoloji bir şeyin doğru olduğunu kabul ettiğinde, sonraki bulgularını da o doğru üzerinden kurgulayarak açıklar. Yeni bulgular önceki kabullenmeyle ilişkili olmadığı sürece zaten bilimsel sürece herhangi bir etkileri olmaz (mesela yeni bir molekülün tanımlanmış olması mevcut kurguyu başlangıçta hiç değiştirmez). Dahası “kabullenme” denilen durum zaten çok güçlüdür, o nedenle kabullenilmek zorunda kalınmıştır. Ne var ki yapılan bütün yeni araştırmalara ve biriken bilgiye karşılık, amaca yönelik bir ilerleme kaydedilemiyorsa, bu durumda ilk kabullenmenin doğru olup olmadığı, hangi koşullar altında kabullenildiği de gözden geçirilmek zorundadır. Aksi takdirde bilime para harcamanın ortaya çıkacak ürün ve türevleri, birkaç patent ve bunların sağladığı kazanç dışında bir getirisi olamayacaktır.
Dünya evrenin merkezi olsa ne olur, olmasa ne olur?
Şimdi bu düşünce biçimini eski yanılsamalarını da kapsayacak şekilde gözden geçirmeye çalışalım. Gerçekten doğru kabullenmeler önemlidir, günlük yaşamımızı aslında hiç ilgilendirmeyebilir, ama genel-geçer görüşün değişmesiyle birlikte yeni alanların ve bakış biçimlerinin ortaya çıkmasını sağlar. Örneğin Kopernik, Galileo ya da Kepler dünya merkezli bir evren değil, güneş merkezli bir gezegenler sistemi ve merkezinin neresi oldu bilinmeyen bir evren biçimi ileri sürmüşlerdir. Kutsal kitaplarda dünyanın evrenin merkezi olduğuna dair bir bildirim olmasa da, bu görüş kiliseyle çeliştiğinden büyük bir kırılma noktasını oluşturmuş, bilimin Tanrı ve yaratılış düşüncesinden neredeyse tamamen uzaklaşmasıyla sonuçlanmış, ortaya çıkan boşluktan da pozitif bilim ve evrim düşünceleri filizlenmiştir.
Oysa işin özüne bakıldığında dünyanın evrenin merkezi olup olmadığı ya da gerçek merkezin nerede bulunduğu gibi kavramların günlük yaşamımızla ilişkisi “sıfırdır”; güneş doğar ve batar, mevsimler yaşanır, bunların sonucu olarak “var olduğunu düşündüğümüz zaman” akıp geçer (aslında akıp geçmekte olan bir zamanın varlığı da kabullenmedir). Dolayısıyla Kopernik, Galileo ve Kepler bilimsel süreç açısından çok şeyi değiştirseler de, sundukları yeni modelin günlük yaşamımıza doğrudan pratik bir etkisi yoktur.
Sarkacın diğer ucunda, yani bugün varılan noktada ise bu kez bilim camiası kendi düşüncelerini (mesela evrim ya da metastaz kavramında olduğu üzere), aynen kilise hakimiyeti dönemine benzer biçimde “sorgulanamaz tek gerçeklik” olarak kabul etmektedir. Kansere bakış açısı değişmesi, biyolojik neden-sonuç ilişkisinin kurulabilmesi işte bu nedenle çok önemlidir; hastalık “pratik anlamda” önlenebileceği gibi, biyolojinin temel prensipleri bile değişebilir.