İster hücreler, isterse organizmalar, canlıların yaşam özellikleri öyle ya da böyle içinde bulundukları ortama bağlıdır, buna aşina olduğunuz üzere “matriks” adını veriyoruz. Ne var ki matriks kavramı anlamı açısından bir yerde sanal görünmektedir. Hava ve su örneğinden gidelim, su insanlar tarafından kolay algılandığından matriks adlandırması için makul bir örnek sunar, onu avcunuza doldurabilir, içebilirsiniz. “Oysa hava da bir matrikstir” dediğinizde durum karışır, içinde bulunduğumuz, nefes almamızı sağlayan, ama beri yandan kolay hissedilemeyen bir ortam vardır. Biz bu ortamı estiğinde, oksijen tükendiğinde ya da nem oranı yükseldiğinde kısmen algılayabiliriz. Nitekim bilim camiasının havanın ne olduğunun ayırtına gitmesi diğer ortamlara göre çok daha geç gerçekleşmiştir. Havanın bir ortam olduğu, aynen su gibi basınç oluşturduğunun bulunması ise Torricelli (1608-1647) döneminde kadar gider.
Bugün bile baktığımızda biz havayı sadece “iç basıncı olan bir gaz karışımı” olarak kabul ederiz. Havanın oksijen düzeyini ölçebiliriz, ama biyolojik bileşimi ilgi alanımızın tamamen dışındadır. Oysa havada göremediğimiz, ama süt gibi bir ortama düştüklerinde kesilmesine, tenceredeki yemeğe düştüğünde ekşimesine neden olan bir de mikroorganizmalar bileşeni de bulunmaktadır. Dahası “orman havası, deniz havası, dağ havası” gibi tanımları yaparken gaz bileşeni mantığının dışındaki özellikler bugüne dek araştırılmış değildir. Mesele bununla da kalmaz, havanın bir de yakıcı özelliği bulunmaktadır ki, bunu gözlemleyebileceğimiz en iyi yer demirin paslanmasıdır. Lakin hava uygun şartlarda alkol buharını bile patlatabilecek kadar karmaşıktır.
“Su insanı boğar, ateş yakarmış!” (*)
Bu mantıkla düşünüp, havayı bir matriks olarak kabul edersek, insan vücudunun da bu matriksle bir ilişkisi olmak zorundadır, zira hava yakıcıdır. Derinizin bir nedenle hafifçe ve çok yüzeysel sıyrıldığını düşünün, algıladığınız his en basitinden “yanmadır” ve “suya daldırılınca” hafifler. Bu mantıkla düşünmeye devam edelim, işte o zaman bir enerjiler dengesi durumunun geçerli olduğu sonucuna da varırız. Balıklar nasıl suda yüzüyorsa, kuşlar da aslında havada yüzer (kuşların uçma hareketinin uçakla bir alakası yoktur). Madem hava bir matrikstir, kuşları yüzdürme becerisine haizdir, o halde nihai denge durumunun basınç ve sıcaklık dışında bileşenleri de pekala bulunabilir. Derinin keratinize olması, vücudun içten dışa bakan yüzeylerinin mukus adı verilen sümüksü salgıyla kaplanması bir ihtimal bundandır. Eti karartıp, demiri yakabilen hava, eğer bizim dokularımızı oksitleyip yakamıyorsa, insan vücudu bunun için bir biyolojik bedel ödemek durumundadır.
Ortamın denge özelliği
Ortamın bu “denge” özelliğini mikroorganizma faaliyetlerinde de gözlemleriz. Her mikroorganizma her yerde üretilemez, belli cinsleri ise ancak belli ortamlarda bulunmaktadır. Bunların en uç koşullarda yaşayanlarına “uçları sevenler” anlamında ekstremofil adı verilmektedir. Volkan ağızlarında yaşayabilenler sıcaklıktan, mağara derinliklerinde yaşayabilenler ise ışıksız ortamdan etkilenmemektedir. Aynen derin sulardan çıkarılan gelişmiş organizmaların deniz basıncı seviyesinde yaşayamamaları gibi, bu bakteriler de bulundukları ortam dışında üretilemezler, o nedenle keşfedilmeleri de nispeten yenidir. İşte matriksten kastımız da budur, canlıların yaşadığı ortamın “sıcaklık ve besin bileşeni” dışında başka özellikleri de bulunur. Bu özelliğin en basit örneği basınçtır, peki başka başka özellikler neden aklın kavrama sınırları dışındadır? Ormanı, dağı ya da denizin farklı havalar olarak adlandırılmasında sadece oksijen, ultraviyole ya da iyot mu ek bileşen olarak vardır?
Bilinmeyen bileşenin tanımlanması kolay değildir, çünkü bilinmez, sadece akıl yürüterek anlaşılabilir. Nasıl kuantum fiziğinin kuantları görülemezse, aramaya kalktığınızda Heisenberg Belirsizlik İlkesi de geçerlidir; “bir değişkeni netleştirirken, diğeri berraklığını yitirecektir”.
(*) Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş şiirinden alıntıdır.