Bir insanın yaşam kesiti yaklaşık 70 yıldır, bunun farkında olarak geçirdiği dönem ise altmış yılı geçmez, ilk on yılın hatırlanması genellikle çok zordur, ana hatları akılda kalır. Biz zamanın derinliklerinin çok gerilerde olduğunu zannetsek de, benim altmış yaşımı onla çarparsanız Rönesans henüz olmamıştır, üçle çarparsanız mikroskop henüz yeni kullanıma girmiştir, ikiyle çarparsanız uçak yoktur, arabalar bile prototip halindedir. İnsan aslında ortalama yaşamı süresinde çok fazla şeyin çok ciddi değiştiğini gözlemleme şansına sahip değildir.
Şimdi değişim konusuna tersten bakalım, mesela 1940’larda doğanlar arabaların modern halini görmüştür, ama bugünü görseler çok fazla şaşırmazlar, çünkü arabanın genel mantığında bir değişiklik olmamıştır, uçan araba hala yoktur. Banka çeki denen kavram o zamanlarda da vardır, bugün hala kullanılmaktadır, değişim ise sahtekarlığı önleyecek, neredeyse banknot para kadar taklit edilemez hale gelmesidir (çok zamandır çek görmediğimden bu kadarını söyleyebiliyorum). Çok katlı ve çok yüksek binalar ülkemiz için yenidir, ama Amerika için en az yüz yıl geriye gider. Bu örneklerdeki “durgunluk halini” metro, tramvay, bisiklet, elbette kırtasiye malzemeleri gibi günümüz hayatının standart olan pek çok unsuru için söyleyebiliriz.
Bizim telefon ve bilgisayar kavşaklarımız
Peki istisnalar hiç mi yoktur, zaten oraya geleceğiz, tek bir ciddi istisna vardır, bu da bilgisayarlar ve iletişim teknolojilerinin kazandırdığı avantajlardır. Bu bir insanın ortalama ömründe göremeyeceği değişikliklerin otuz yıl içinde gerçekleşmesinin yarattığı kavşak etkisidir. Konuyu eğlenceli hale getirmek için örnek verelim, ben doğduğumda (1964) evlerde telefon yoktu, olasılıkla İstanbul’un telefon numaraları yeni yeni altı haneliydi. Telefon daha çok dükkanlarda ve ekonomik imkanları yetenlerde, elbette bürokrat, patron gibi çabuk erişime gereksinim duyanlarda bulunurdu. Siz biriyle haberleşecekseniz yakınınızda olan birinin telefonunu verirdiniz, oradan ararlardı. Telefon açığını kapatan şey ise artık hiç kullanılmayan telgraftı. Yıldırım telgraf diye bir seçenek vardı, pahalıydı, ama çekildiğinde birkaç saat içerisinde mesaj alıcısına iletilirdi; telgraf ücreti de kelime sayısıyla ödenirdi.
Benim telefon hikayem
Derken telefon santrallerinin kapasitesi yükselince, bizim eve de telefon bağlanması söz konusu oldu, iki adam gelip bir kabloyu evin dışından içine uzattılar, çerçeve delindi, kablonun ucuna ilk telefon bağlandı. Porselen çevirmeli bir telefondu, numarası 44 78 64’tü, alan kodları (212, 216 vb.) henüz yoktu, bağlama santral üzerindendi. Filmlerde gördüğünüz, kol çevrilince santrale bağlanan manyetolu telefonlar ordu evlerinde hala kullanılıyordu. Teyzem de santral memuresi olduğundan yanına gittiğimde bazen santrali ben üstlenirdim, “bağlama” işlemi ucu jak girişli uzun kabloların doğru sokete takılmasıyla olurdu, sistemin nasıl çalıştığını hala hatırlıyorum.
İşte bir insanın ortalama ömrüne sığmaması gereken ilk değişiklik bu alanda gerçekleşti. İlk bağlanan telefonun 1970’lerin başı olduğunu düşünün, on yıl sonra kasetli telesekreterliler, birkaç yıl içinde telsiz özellikli olanlar, derken elektronik kayıtlılar ve 1994’te de ilk cep telefonları çıktı, hemen gidip bugün hala kullanmakta olduğum hattı aldım. Etrafımdakiler yadırgadı, çünkü ana arterler dışında baz istasyonu olmadığından kısmen kullanılabiliyordu. Cihazın titreşim seçeneği bile yoktu, o işlev kemere takılan ayrı bir parçayla sağlanıyordu, hala saklarım.
Telefon böylelikle günlük yaşam için ilk kavşak bölgesi oldu.