Heisenberger Belirsizlik İlkesi aslında kuantum fiziğinde detaya varmaya çalıştıkça ortaya çıkan bir netlik kaybını anlatır. Ancak biyolojideki durum da bundan farklı değildir. Canlıyı biz daha çok formu çerçevesinde tanımlar, adını ona göre veririz. Fil iri gövdesinden daha çok hortumuyla kafamızda şekillenir. Oysa sağlık ve hastalık durumu gibi, aslında işleve dayanan bir durumu irdelenmeye başladığınızda durum karışır. Sağlık aslında net bir noktayı tanımlamaz, bir aralıktan söz eder. Şöyle bir örnek verelim, örneğin efor kapasitesini ‘bir kat’ merdiven çıkmak olarak alırsanız, hemen herkes sağlıklıdır, ama bunu ‘beş kat’ merdiven olarak tanımlarsanız sağlıklı kesim azalır. Tıpta kullanılan kan tahlillerinin çoğu da bu aralık mantığı üzerine kuruludur, neyin normal olduğu sağlıklı olduğu düşünülen bireylerden alınan örneklerin ortalamasına göre saptanır. Ancak her ne olursa olsun, tıp sağlığı tanımlarken (‘check-up’ en iyi örnektir) bir takım değerlerin o anki durumuna bakar. Bu yaklaşımın birkaç istisnasından biri diyabet hastalığında kan şekerinin takibidir. Kişinin her anını saptamanız mümkün olmayacağına göre bununla yetinmek zorundasınızdır.
Belirsizlik İlkesi’nin en belirgin durumu dokunun örneklenmesine dayanan patolojik inceleme ve buna dayanan tanılarda görülür. Çünkü patoloji klinik tıptan türemiş bir bilim dalıdır. Siz doktor olarak bir hastalıktan şüphelenirsiniz, bunun doğrulanması için de önceki deneyiminize dayanarak doku örneklemesine başvurursunuz. Bu yaklaşımın kilit noktası, alınan örneğin gerçek hastalık durumunu temsil edip edememesindedir. Eğer aldığınız örnek, sizin güçlü şüphelerinizle uyuşmazsa, örneklemenin yetersiz yapıldığı sonucuna bile varabilirsiniz, yeniden örneklersiniz. Ne var ki patolojik örnekleme de beslenme dahil bütün koşulların en az önceki elli yılla aynı kaldığı varsayımına dayanır, yani kendi bilimsel gelişim sürecindeki koşulların değişmemiş olduğunu varsayar. Oysa bir saksının bile toprağı takviye etmezseniz zamanla eksilir, bu bitkinin yaprak yapısından çiçek açmasına dek geniş bir ‘biçime’ yansır. Patoloji bunun bir yaprağının incelenmesidir, toprağın tam olduğunu ancak varsayım olan bir belirsizliktir.
Her girişim, sonucu bir şekilde etkiler
Aslında Heisenberger Belirsizlik İlkesi en çok moleküler biyolojinin araştırma yöntemlerinde ciddi bir sorun oluşturur. Bu yöntemlerin çok daha sayısal (kalitatif) olduğu kabul edilir, yani gerçek miktarı yansıtmaktadır. Oysa siz sisteme o örneği almak için yine müdahale edersiniz. Bir genin yazılımı dakikalar içersinde bile değişebilir. Kandan örnek alınması bile bakacağınız parametreye göre, acı duygusu yaratacağından mesela adrenalin ya da kortizon seviyelerini değiştirir. Deneysel bir yöntemde, biyolojik yapıyı uyarmadan örnek almanız ya da sistemi bir şekilde sabit hale getirmeniz, mesela dondurmanız gereklidir, yoksa sistem sizin girişiminizle değişir. Deneyin hayvan ya da insan bünyesi gibi orijinal koşullarda gerçekleştirilmesi ise bambaşka bir sorundur. Bu bir tarihlerde TÜBİTAK’taki bir konuşmada da dile getirip, karşılık alamadığım sorundur. Örneğin hücre kültürleri 37 derecede, yüzde 95 oksijen konsantrasyonunda steril ortamda yürütülür. Uygulama bütün dünyada aynen geçerlidir. Ancak insandaki koşullara baktığınızda sistem en azından 120/80 milimetre civa basıncı altında işlemektedir, yani vücuttaki hücreler hidrostatik basınca tabidir. Bu önemlidir, hücrelerde basıncı algılayıp, buna yanıt veren DNA ile ilişkili mekanizmalar da bulunur. Benzer şey doku araştırması aşamasında da geçerlidir. Doku sadece onun işlevini gören hücrelerden oluşmaz, destek dokusu dediğimiz kollajen gibi düzenleyici diğer molekülleri de içerir. Bu durumda sizin hücre örneği alıp tüp ortamında deney yapmanız sonucu belirsizleştirir.
‘Kemoterapi duyarlılık testi’ bu nedenle uygulanamaz
Nitekim hangi kanserde hangi kemoterapi ilacının hangi tümörde işe yarayacağını göstermeye çalışan ‘duyarlılık testleri’ de teknik olarak mümkün olmakla birlikte, pratik açıdan geçersizdir. Bugün kemoterapide kullanılan ilaçların hemen hemen hepsi zehirlidir, o nedenle hastadaki tümör hangisine duyarlıysa, bunu test ortamında saptayıp öyle vermek mantıklı görünmektedir. Bu yaklaşımın bir örneği mesela enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde ‘antibiyotik duyarlılık testi’ (antibiyogram) adıyla başarıyla kullanılmaktadır. Hastanın enfeksiyonundan bir örnek alıp (mesele idrar ya da kan), bakteriyi saptayıp üretirsiniz, daha sonra yeniden eker, antibiyotik emdirilmiş küçük diskleri ekim alanına yerleştirirsiniz. Bakteri hangisine duyarlıysa, onun etrafında üreyemediği daha geniş bir boş alan bırakır. Ne var ki bu çekici uygulamanın kanser tedavisinde kullanılması mümkün olmamıştır, çünkü klinik karşılık (gerçek durum) bulamamıştır. Velhasıl Heisenberger Belirsizlik İlkesi belki de en çok tıpta geçerlidir.