Bize eğitimimiz ve öğretimimiz adına kurumsal olarak öğretilenler sahip olduğumuz pozisyonu yükseltmeye yöneliktir. İlk ve orta öğretimi bitirir, adından yüksek öğretime geçeriz. Bu yetmez uzmanlaşma, mastır, doktora peşine düşeriz, hatta bu da yetmez akademisyen olmakta ısrar edip, doçentlik ve profesörlük peşinde koşarız. Bunlar öğretimle ilgili yükselmemizin hedefleridir. İşle ilgili yükselmemiz de aslında farklı aşamalar dizisi izlemez. Maddi kazancın önemli olduğunu fark etmişizdir, genellikle önemlinin de ötesinde bir yer biçilir, işe gireriz, şirket kurarız, yükselmek ve büyümek için daha çoğunun peşine düşeriz. Sonunu ne zaman koyacağımızı bilemediğimiz sonlana noktasında istediklerimizde bir kısmını elde edebilmişizdir genellikle ve daha elde edilmesi gereken çok şeyler vardır, birden emekli oluveririz. Emekliliğin ikinci bir yaşam olduğu söylenmiştir, ama olan bitenin yeterince farkındaysak emeksiz bir emekliliğin de yetmediğini görürüz. O zaman, hele yaş da ilerlemişse bu kez manevi gerekliliklerin yeterince yerine getirilmemiş olduğu düşüverir birden kafamıza. Hakkın rahmeti yakındır ya, bir kısmımız kendimizi ibadete veririz ve açığı kapatmak için de büyük çaba sarf ederiz.
Bütün bunca uğraşının temeli aslında “heplik noktası”na ulaşmaktır. Heplik noktası, adı üzerinde “hep olunan” ve hatta hepsi olunan yerdir ve genellikle “en”lerle ilişkilidir, en okumuş, en kıdemli, en büyük, en zengin ve aklınıza gelebilecek ne kadar en varsa odur. Hatta bunlara hiçbir zaman beceremeyeceğimiz ve asla ölçüsü olamayacak bir biçimde en saygın, en mutlu, en dindar gibi ruhsal yaşamın nicelendirmelerini de ekleriz. Heplik noktasına varmak için verdiğimiz bütün çaba bizi en küçük olmaktan uzaklaştıramaz, “cüz”, yani en küçük olanın daha başka bir tanımı yoktur aslında, biri diğerinden daha büyük bir cüz de olamaz, biz de hepliğe ulaşmak için verdiğimiz bütün çabaların karşılığında cüzlük noktasında kalırız.
Aslında bütün bu uğraşımız kendimizi değerli hissetmemiz için verdiğimiz ve bu şekilde kazanılması mümkün olmayan bir savaşın dürtüsüdür. Değerli olduğunu hissetmek, kavram olarak göreceliliği beraberinde taşır. Bir değer ancak bir başkasıyla karşılaştırılarak belirlenir, ama kendini değerli hissetmeye çalışan bir benliğin dolar/euro paritesi, altın/gümüş gibi değerlendirilebilir bir kıstası yoktur. Değer kendiliğinden de verilemez, başkaları tarafından biçilir. Dahası değer mekana, zamana ve koşullara da bağlıdır, altın paraya dönüşür, ama yenerek açlığı bastıramaz, bir vinç operatörü inşaat sahasındaki işi kolaylaştırır, ama aşçı olarak bulundurulamaz. Dolayısıyla değer, ancak size birinin o değeri atfetmesiyle oluşur ve mutlak değildir, olamaz (vazgeçilemeyecek hiç kimse yoktur lafını da hatırlayın).
Öyleyse kendinizi değerli hissetmenizin (hepliğe ulaşmaya çalışmanızın) yolu, yükselmeye, daha fazlasını yapmaya çalışmak da değildir. Dahası siz hep olmak adına değer kazanmaya çalıştıkça, bu durum bir başkasının değersizleşmesiyle, değer kaybetmesiyle ilişkilidir. Unutmayın, evrende var olan bütün değerlerin toplamı neredeyse sıfırdır, “dinamik” (akış, eyleme dönüşüm de diyebiliriz) aradaki farklardan doğar, ama hepsini topladığınızda bile elde edeceğiniz rakam sıfırın sadece bir cüz üzerindedir. Bu durumda kendinizi değerli hissetmenizin yolu hepliğe ulaşmak değil, aslında hiçliğe ulaşmaktır.
Hiçlik, yokluk ya da yoksulluk değildir. Yokluk bir şeyin eksikliğidir, ama o şeyin eksikliğiyle sınırlıdır. Paranız yoksa eksik olan paranızdır, giysiniz yoksa eksik olan birkaç parça kumaştır, bunların yokluğunu birleştirirseniz, topuna birden yoksulluk adını verirsiniz. Buna karşılık “hiçlik” hiçbir şeyin olmaması değildir, mutlak anlamda olmamak durumudur. Hiçtir, bir değer atfedilemez, ne olduğu bilinmediği için kıyaslanamaz, kısacası cüz’ün altındaki son aşamadır.
Oysa, siz kendini bir hiç olarak hissetmeye çalıştığınız anda kendinize hepliğe ulaşmak için atfettiğiniz, ama bir türlü yakalayamadığınız bütün değerler bir anda önünüze dökülür. O noktaya ulaşmak için koyduğunuza inandığınız bütün artı değerler bir anda saklandıkları yerden boşanır, size mislisiyle mutluluk olarak geri döner, bu herhangi bir nedene bağlı olmayan, herhangi bir objesi bulunmayan mutlak mutluluktur. Dahası siz hiç olarak değersiz değilsinizdir, bilakis maddi evrende bulunmayan tek şey, yani hiç olduğunuz için her şeyden daha değerli hale geçersiniz. Siz hiçsinizdir ve herkesin hep olmak istediği bir evrende, hiç olarak bulunamazsınız, bu durumda “değer görecelidir” saptamasını hatırlayın, bulunamaz bir şeyin değeri de bir anda pratik ve teorik olarak sonsuza çıkar ve siz kendinizi her şeyden daha değerli hissedersiniz. Her şeyden daha değerli tek bir Varlık vardır ki, işte siz onunla ancak hiç olarak bütünleşirsiniz ve bu sonsuzun sonsuzla birleşmesi, yani Batınilerin deyimiyle “vahdet-i vücut” olur.
Geleyim sözün özüne; herkesin kendini, ama sadece kendini ve bir başkasıyla kıyaslamaksızın değersiz görmeye başladığı bir ortamda saygı, sevgi, mutluluk gibi bütün değerler bir anda sonsuz olur. Simdi kısa bir süre için dönün, kendinize, çevrenize, ülkenize ve dünyaya bakın.
Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?