Geçen haftaki yazıda geçen ilim / bilim ikilemine “aslına birbirlerinin farklı dillerdeki karşılıklarıdır” şeklinde bir açıklama gelince konunun daha karmaşık bir başka örnekle geliştirilmesinin yerinde olduğu sonucunu ilettim. Aslında görünen ve görünenin yorumuyla ilgili bu duruma yerinde bir örnek, henüz çözümlenememiş bir organ olan gözden çıkar. Gözün ne olduğunu açıklamanın bilmem ne kadar gereği var, görme organımız olarak adlandırırız. Işığı algılar, ışık kornea denen en dış katmandan geçip, lensten kırılır, algılayıcılarının olduğu retinaya düşer. Işık retinada kimyasal ara geçiricileri uyararak sinyale neden olur, bu sinyal de sinir yolları üzerinden görmenin algılandığı, beynin arka kısmında bulunan bölgeye erişir. Bu anlattığım ortalama herhangi bir kaynakta bulunan bilgi, yani bilim kısmıdır.
Gözün birinci dereceden felsefesi
Ama işin birinci dereceden felsefesine girince bile işler karışmaya başlar:
1. Gözün algıladığı ışık uyarısı işlemden geçmediği, yani öğrenilmediği takdirde görmek mümkün olmaz. Gözleri doğuştan kapalı birinin, ileri yaşlarda görme şansı ortaya çıksa bile, gördüğü şeylerin algısını yeniden öğrenmesi gerekir. Zira göz aslında çok şeyi ışık uyaranı olarak görür, ama bunların şekil olarak algılanmaları ve bir biçime oturtulmaları öğrenmeyi gerektirdiğinden gözün ışığı seçer hale geçmesi görmek için tek başına yeterli değildir.
2. Göz yüz tarafında yer almakla birlikte görme alanı beyinin göz tarafında değil, karşı tarafında yer alır. Optik yolların neden bu kadar uzun bir alanı kat etmek zorunda olduğu bir yere kadar beynin gelişimiyle açıklanabilir. Gelişmekte olan insan beyninde, yani embriyonun henüz daha şekillenme aşamasında göz (ışık), kulak (ses), burun (koku) algıları en gelişmiş haldedir. “Oysa beyin ve kafatası gelişimini sürdürürken katlanmalar meydana gelince görme alanı beynin arkasında kalır” şeklinde bir yaklaşım yine de makul görünür.
3. Ne var ki gözün optik yolları da bir gariptir. Gözlerin iç yarısından gelen uyarılar çaprazlanarak karşı beyin bölgesine erişirken, dış yarılarından gelen yollar çaprazlanmadan aynı tarafa götürülür. Dolayısıyla gözün iç kısmı aslında (lensin kırma etkisi nedeniyle) dışı, dış yarısı ise aynı nedenle burun tarafında kalanı görür. Böyle bir çaprazlamanın aynı retinanın bir kısmı için geçerli olması da cevabı bulunamamış bir sorudur.
Bilim kavramı bütün bunların hepsini bilir,ama nedensellik söz konusu olduğunda sadece çaprazlama aşamasında bile takılıp kalır. Nitekim aynı çaprazlama vücudun hareket sistemi için de geçerlidir. Hareket emrini ileten sinyaller de soğancıkta çaprazlanır, dolayısıyla sağ beyin sol vücut yarısına, sağ beyin ise sol vücut yarısına hükmeder. Ancak çaprazlama çizgisel uzadığı düşünülen bir organizma için paradokstur. Yani mantıklı olan aynı tarafa doğru gitmeleri, her iki tarafın kendi tarafını kontrol etmesidir.
Gözün ikinci dereceden felsefesi
Bu gibi noktalarda bilim, yani bilme durumu, makul açıklamanın şekilleneceği ilim denen kavrama başvurmak zorundadır. Gözün anatomisi, sinirler arası geçirgenlerin ne olduğu, felç gibi durumların gören ama algılayamayan bir zedelenmeye neden olacağı bilinse bile, çaprazlama gibi bir kavramın açıklanmasında yeterli olmaz. Bu aşama daha çok bir kesişim kümesi gibidir, biyolojinin mantığının kavranmasına bağlıdır; mevcut olanın yorumu, görünenin betimlenmesinden farklıdır. Aslında teknik bakışla (tek bir kamera mantığı) tek göz de görmek için yeterlidir. İki göz üçüncü boyutun algılanmasını sağlar, ne var ki ikiden fazla gözü olan canlılar olduğu gibi, arılar gibi, bizim gördüğümüz renk tayfından fazlasını görebilen canlılar da mevcuttur.
İkinci dereceden felsefe ise daha karmaşıktır, göz kapakları olması bunu değiştirmez, o zaman soruyu sorarak kapatalım: “Göz içeriden dışarı mı, yoksa dışarıdan içeri mi açılmaktadır?”