Bilim ve ilimin farklı kavramlar olduğunu sık sık vurgulamamızın nedeni iki kavramın karıştırılmasıdır. Bilim bir şeyin bilinmesi durumudur, yani olay açıktır ve bilgi düzeyine erişmiştir. İlimde ise açık olan bir şey yoktur, gözlemlerden hareketle büyük çıkarımlar ortaya konur. Genel örneği yeniden dillendirelim, elmanın düşmesi “durum”dur. Bunun bırakılınca düşeceğinin bilinmesi, hızının zamana karşı hesaplanması yine bilimdir. Ancak bunun bir çekim kuvveti olduğuna kanaat getirilerek “kütle çekimine” dönüştürülmesi ilim gerektirir. Bu örneğin geminin var olmasına karşılık suyun kaldırma kuvveti, gün döngüsünün bilinmesine karşılık dünyanın güneşin etrafında döndüğü gibi pek çok benzerini sayabiliriz. Dolayısıyla bilim mi ilim mi önce gelir derseniz bir cevabı yoktur, farklı kavramlardır. Bazen bilim ilimi doğurur, bazen de ilimden bilim çıkar. Her halükarda öncelikle bir doğal olayın farkına varılması ve gözlenmesi gerekir. O nedenle ister ilim, ister bilim olsun başlangıç noktası gözlem olmak zorundadır.
Zor olan aşama gözlenebilenin ardındaki anlama vakıf olmaktır
Bizim elimizdeki gözlem olanaklarının artıyor olması yeni bilimler doğurabilir, ama ilim doğurmak için yeterli olmaz. Zira bilim gözlemlenebilir ve ölçülebilir olanı temel alır. Örneğin çarpan balıklardan görerek elektrik fenomenini bulursunuz, bunu ölçülebilir hale getirirsiniz, hatta hidrolik (akışkan) basıncı tribünler aracılığıyla elektrik enerjisine çevirebilirsiniz. Bu silsile Tesla gibi dâhiler sayesinde dünyanın bugününü şekillendiren elektrik santrallerine dönüşür, elektrik ve elektronik mühendisliği gibi bilim dallarını kurar. Ama bu devasa dönüşümün merkezinde yer alan ve yine Tesla!nın sözü olan “aslında bir enerji denizi içinde yüzüyoruz” kavramını açıklayamazsınız. Tesla besbelli ki daha fazlasını görmüş olmalıdır.
Tam da bu nedenle bilimin ilime dönüşümü felsefeyi gerekli kılar. Felsefe olmadan işin ardında yatan gerçeğe varmak olası değildir. Hatta o aşamada felsefenin en güçlü iki destekçisi, daha doğrusu ayrılmaz parçaları işin içine girer; sanat ve tasavvuf. Bugünümüze şekillendiren büyük insanların işin bir ucundan sanata ve tasavvufa bağlı olmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Biyoloji alanında Mendel genetiğin babasıdır, ama işin ardını gözlemleyebilmek açısından rahipliği zorunludur. Goethe yazar ve şairdir, ama buna varabilmek için ya da tam aksi nedenlerle botanikle ilgilenir. Tesla gibi mühendislik alanında faaliyet gösterecekler ise mutlaka “politeknik” okullarından çıkmak zorundadır. Günümüzün ana eksiği budur: (1) Aşırı uzmanlaşma bütünün görülmesini engeller. (2) Tasavvuftan yoksun olmak işin ardındaki gerçeği gölgeler. (3) Sanat ve felsefe yoksa buluş da olamaz, türev ürünlerle yetinmek zorunda kalınır.
Kendi kendiyle kalamayan algılama becerisini köreltir
Bugünün dünyası bu düşünüş biçimini kaybetme konusunda özellikle başarılıdır. Bilgiye erişmek çok kolaydır, ama analizin derinliğini değiştiremez. Batı yakasında gerek Mendel, gerek Tesla ve gerekse Goethe; Doğu yakasında gerek İbn-i Sina, gerek Arabi ya da Farabi’nin bir diğer ana üstünlükleri ise bugün tamamen kaybolur. Bu kendi kendiyle baş başa kalabilme ayrıcalığıdır. Dışarından gelen uyaran miktarı arttıkça, içeriden filizlenen algılama kapasitesi güdük kalmaya başlar. Tamam iletişim güzel şeydir, ama kendi kendiyle baş başa kalmayı beceremeyenlerin algısını ileri derecede köreltir. Ama tersi de olabilir, kendi kendine kalmayı başaran Narsis’in dönüşümünü yaşar.