Aşırı imkan sahibi olmanın her zaman koşulların iyileşmesiyle sonuçlanmayacağı saptaması genellemedir, nitekim doğru kullanırsanız çağ atlatmasa bile üstünlük getirir. Burada 1994 sonlarında yaşadığım ilk ve tek yurtdışı staj deneyimini aktarmak yerinde olacaktır. Tıpta Uzmanlık Sınavı’na hazırlanırken, “bari çalışıyorum, Amerika sınavına da gireyim” deyince, New York Memorial Sloan Kettering Hastanesi’nde bir hafta gözlemci olarak bulunmak olasılığını yakaladım. Aslında niyet New York’u görmekti, hem iş hem gezmek yaklaşımı dünyadaki en etkin kanser merkezlerinden birini ziyaretle sonuçlandı. Tahmin edileceği üzere bu hastanenin kitaplığı ve çok yakınındaki Cornell Üniversitesi Kütüphanesi, olası erişilebilir bütün yayınları barındırıyordu. Makalelere erişmek sadece istemenize bağlıydı, o zamanki koşullarda bu durum bizim bugün makalelere İnternet ile erişimimiz kadar kolaydı.
Amerika’da makale nasıl sunulur?
Ama Amerika ile ülkemiz arasındaki esas farkı bölümün ilk makale saati yapıldığında anladım. Toplantı sabah yedide başlıyordu; New York gibi bir metropolde de sabah yedide bir yerden bir başka yere erişmek İstanbul’dan daha kolay değildi. Toplantı odası küçük bir derslik, yaklaşık yirmi asistan, bense İngilizceyi çok kısıtlı konuşan halimle sadece gözlemci olabilirdim, bir kenara çekildim. Sabah erken olması vesilesiyle odanın girişine kahve, açma (bagel) ve krem peynir konmuş. Toplantıyı o zaman genç bir doçent olan Steven Leibel yönetiyor, ama makale anlatılarak değil, doğrudan irdelenerek başlandı. Asistanlar makaleyi akşamdan okumuş ve değerlendirilmiş, sırayla makaleyle ilgili sorular sordu. Biri yöntem, diğeri istatistik, sonraki yorum eleştirisi derken, biri “ben okuyamadım” deyince hiç renk vermeden atladı. Görünen o ki okumadan gelen dersini kesinlikle aldı, bütün asistanlar yalamış yutmuş görünüyordu. Bunun bizdeki uygulaması ise şöyle…
Sabah makale saati sekiz buçukta başlar, asistanlar genellikle parçalı bulutlu katılır ya da dokuza doğru gelirler. Amerika’da hoca kısmı bu sabah toplantılarında zaten olmaz, bir moderatör vardır. Bizde genellikle aynı hocalar olur, gelmeyenler zaten gelmez, yaptırımları yoktur. Bir kenarda çay, peynir ve simit bizde de vardır, hatta görevli tarafından ikram edilir; ama makale akşamdan okunmuş falan değildir. Çayını alan koltuğuna geçerek o sabahki sunumun ne olduğunu anlamaya çalışır. Soru sormak, irdelemek diye bir yaklaşım hiç görünmez, konu ne kadar nadir veya marjinalse herkesin o kadar fazladan söyleyecek lafı bulunur. Tartışmanın sonraki kısmı karşılıklı paslaşma şeklinde geçer, sonunda teşekkür edilerek ayrıldığınızda geride kalmış bir şey yoktur.
İmkanları işbirliği içerisinde iyi kullanan hakimiyeti kurar
Aşırı imkanın koşulları her zaman iyileştirmediği gerçektir, ama yukarıdaki örnekten anlaşıldığı üzere bu aslında sizinle ilişkilidir. Biraz armudun dibine düşmesi prensibi, biraz da çalışan kazanır kuralı gereği; elindeki imkanları iyi kullananlar, aynı zamanda düzenli ve iyi çalışan disiplinli bir ekip kurduklarında dünya tedavi politikasını belirlerler. Bu hakimiyeti kırmak kolay değildir. Kendim dahil Amerika eleştirisi yaparken bu örneğin unutulmaması gerektiğini altını çizerek vurgularım.
Peki bu durumun kırılması hiç mi mümkün değildir, elbette olasıdır, ama yeni bir bakış açısı, bunu fikren kaptırmadan içselleştirme ve birlikte çalışma kültürüne bağlıdır. Belki de aynı nedenle bizde hep “bir kişi dünyaya bedeldir”, iki kişi olursa birbirleriyle itiştiklerinden rakibe gerek kalmaz; biz bize yeteriz denmesinin açıklaması da sanırım budur.