Canlı sistemin nasıl çalıştığına ilişkin görüşler son iki yüzyılda günümüz düzeyine erişmiş görünse de, yorumun ne kadar doğru olduğu her zaman tartışmalıdır. Bunun bir nedeni patlamalı motor, elektrik gibi diğer alanlarda ortaya çıkan yeniliklerin biyolojik yorumu da değiştirmiş olmasıdır, zira yorum benzetmeler üzerinden şekillenir. Buna karşılık çok daha geriye giderseniz, aynen bir çocuğun bakış açısı gibi, daha saf yorumlara da varabilirsiniz. Aristo dokuları incelediğinde elbette kas tabakasını ayırt etmeyi başarmıştı, buna karşılık bugün bizim “faysa” olarak adlandırdığımız kasların etrafındaki zarları “sinoyva benzeri beyaz doku” olarak nitelendirmişti. Gün gelip de bilime faydacı mantık hakim olduğunda faysa da kasların bütünlüğünü sağlayan destek dokusuna dönüştüş, yani yapısal bir unsura indirgendi. Aynı şey kuşkusuz kemik zarı için de geçerlidir, bu zarın kemiğin yapımından sorumlu olduğu bilinse de, daha fazlasının mümkün olabileceğini kimse düşünmez. Karaciğerin zarı, böbreğin yağ yastığı gibi dokusal özellikler hep “desteklemek, ayrıştırmak” mantığına dayanarak değerlendirilir. Yağ dokularının genel olarak metabolik etkinlik gösterdikleri bilgisi nispeten yenidir, diyabetin artışıyla ivmelenen araştırmalar yorumu bu yöne doğru sürüklemiştir. Ancak omurga kemiklerini birbirine bağlayan bağlar konusunda henüz böyle bir çıkarım söz konusu değildir, o nedenle bağlar hala ortopedi ya da beyin cerrahisinin “tamir edici” yaklaşımları içerisinde kalır.
Organlar neden farklı, ama bağlantısız işlevler üstlenir?
Bu anlamlandırma sorununun bir başka yönü de, dokuların olası işlevlerinin yaşla birlikte değişebilir olmasıdır. Omurga çocukluktan ergenliğe geçiş döneminde en büyük değişikliği gösterir ve en azından belirgin bir boy artışına uğrar. Omurga eğriliklerinin (skolyoz) görülme yaşı da daha çok çocukluk dönemidir, bunların büyük bir kısmı sorun yaratmadan düzelir ya da sıkıntı oluşturmadıklarından bir müdahale gerektirmez. Buna benzer biçimde, dokuların çoğu aslında birden çok işlevi bünyesinde barındıracak şekilde “iç içe geçmiş” özellikle gösterir. Örneğin pankreas hem sindirimle ilgili enzimleri salgılar, ama beri yandan kan şekerinin kontrolünü de üstlenir. Deri vücudun su kaybetmesini önler, öte yandan vücudun D vitamini sentezinin ilk aşamasını da gerçekleştirir. Benzer “aşamalı sentez” mantığı pek çok doku için söz konusudur, tiroidin hormon sentezi beyinden gelen uyarana bağlıdır. Dolayısıyla organların anatomik yerleşimlerinin çok farklı olmaları ve esas işlevleri açısından bambaşka özellikler göstermelerine rağmen, tabi oldukları bir “karşılıklılık prensibi” vardır. Bu prensip kısmen embriyonel gelişim sırasındaki köken ve komşulukla açıklanabilir, ama daha fazla açıklama istediğinizde eliniz bağlıdır. İşte bu yazıların ana amaçlarından biri de böyle bir ilişkilendirmenin başka mantığının olup olmadığının irdelenmesidir. Sık verdiğimiz bir örnektir, sığırcık sürüleri binlerce kuştan oluşup çok seri hareketler yaparken birbirleriyle çarpışmadan koordinasyon sağlayabilirler. Bu durumun sürünün her bireyinin diğerini takip etmesiyle ne kadar açılanabilir olduğu tartışmalıdır. Peki bütün sürünün etkisine girdiği bizim saptayamadığımız bir manyetik dalgalanmadan bahsetsek çok mu hatalı olacaktır?
Teorisyenin yolu ister istemez “marifetten” geçer
Beri yandan, insanlar yeni olasılıklar karşısında genellikle muhafazakar bir tavır sergilerler. Muhafazakarlığın en ağır hali ise bilimsel tutuculuktur, belli bir düşünceyi benimsemiş kişi yeni durumun ya da olasılığın tartışılmasına genellikle direnç gösterir. Aklın serbestleştirilmesi o nedenle gereklidir ve ne kadar zor olsa da, eninde sonunda gerçekleşir. Anahtar yaklaşım ise, teorisyenin reddedilemeyecek bir marifet sergilemesi, sadece gözlerinin gördüklerine inananlara, çıplak gözle görülebilecek “enstantaneler” sunmasıdır.