Önceki yazılara binaen iyi bir doktorun nasıl olması gerektiğini betimleyerek irdelemeyi sonlandıralım. Kısa bir özet; bizim yaşımızdakilerde doktor algısı daha çok Yeşilçam sineması ile çerçevelenmiştir, o nedenle şefkatli, gerekirse eve gelen, imkanlar kısıtlıysa para da almayan bir Nubar Terziyan hayal ederiz. Sonraki nesil ise televizyon dizileriyle formatlanmıştır, işe odaklı, zaman zaman mucizeler de yaratabilen bir doktor algısı ortaya çıkar. Gerçek dünyada ise doktor söz konusu olduğunda genellikle unvanına bakılır ve doçent ya da profesör olması aranır; oysa gerçekten iyi bir doktorun bu unvanlarla alakası yoktur. Unvanlar kişilere mesleki başarılarından ötürü değil, konuyla uzaktan alakalı belli kriterleri sağlamaları durumunda ders verme yetkisine sahip olmaları için atfedilir. Zaten ikilem de burada çıkar; kendini bütünüyle öğrencilerine ve derslere veren bir doktorun mesleki deneyimi kısıtlanacaktır ya da tam tersi mesleğini uygulamak için çok çalışan bir doktorun da ders verecek zamanı kalmayacaktır. O nedenle unvan iyi doktorluk için ikinci dereceden önemlidir, esas olan mesleki becerisidir.
Lor aşaması ve civciv seçicilik becerisi
Öğrencilere doktorluk aşamasına erişmelerini iki örnekle anlatırım. Bizim tıp fakültesi olarak bir doktor adayına bütün yetenekleri kazandırmamız olasılığı yoktur, bu durumda öğrenci peynir gibidir, bir onları mezuniyetlerinde her türlü peynire dönebilecek lor (kesilmiş süt) haline getirmeye çalışırız; zira birbirinden tamamen farklı lezzet ve katma değer sahip bütün peynirler bu aşamadan başlar. Öğrenci mezuniyeti sonrasında seçtiği alana göre çalışarak çok kaliteli bir gravyer, tulum ya da beyaz peynire dönüşebilir. Biz eğer öğrenciye ne yapacağını değil de neyi yapamayacağını öğretmişsek bu başarıdır, önemli olan sınırını bilmektir. Nasıl peynir bir olgunlaşma aşamasına girerse, mezun olmuş öğrenci de deneye yanıla bir olgunlaşma sürecine girer. Rahmetli Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu’nun “uzmanlar bana bir şeyler sormazlar, nasıl olsa sorumluluk bende, ama ancak doçent olunca sormaya başlarlar, çünkü soruna hakim olamadıklarını anlarlar” saptaması geçerlidir.
Mezun olacaklara verdiğim ikinci örnek de onlardan mezun olurken sadece civciv seçici olmalarını beklediğimizdir. Civciv seçiciliği çok zor bir sanattır, akmakta olan bir bantta, çok kısıtlı süre içinde erkek ve dişi civcivlerin ayrımının yapılması gerekmektedir. Civcivlerde dış görünüşten bunu çıkarmak, hele hele kısa sürede yapmak çok zordur; dişiler kanat uçlarında fazladan bir tüy daha taşır. Aslında günümüz dünyasında hastalar da bu hale gelmiştir, yani kimin gerçekten hasta olduğu, kimin hastalandırılmaya çalışıldığı bilinmez; tetkik fazlalığı tabloyu iyice bulandırır. İyi bir doktor da kimin ciddi sorunu olup olmadığını çok kısa sürede anlamak durumundadır. Rahmetli Prof. Dr. Ercüment Özdoğan’ın saptamasıdır, “hasta odaya girip de önünüzdeki sandalyeye oturana kadar durumu anlamadıysanız bir daha anlamanız çok zordur” der. Mezuniyet aşamasına gelmiş doktor adayından ikinci beklentimiz de sadece bunu becerebilmesidir.
Doktorluktan hekimliğe
Tıp uzaktan çok karmaşık görünür, yüzlerce hastalık vardır, dizilerde de çok nadir görülenleri işlenir. Oysa ortalama bir doktorun bilmesi gereken hastalık sayısı bonkör bir tahminle otuzu geçmez; üstelik bu otuz hastalığın en az yarısı zamanla kendiliğinden iyileşir ya da diğer bir deyişle remisyona girer. Dolayısıyla doktor bu otuzu dışlayıp hala bir şeylerin doğru olmadığını fark edebiliyorsa iyi bir doktordur, hastayı bir üst basamak sağlık kuruluşuna yönlendirir. Kötü bir doktor ise ya hepsini üst basamağa gönderir ya da hatalı tanıda ısrar ederek hastaya bedel ödetir.
Şefkatli olmak, iletişim yollarını açık tutmak, imkanı olmayanlar için de elinden geleni yapmak ise doktorluk değil kişilik özellikleridir. Doktor bunlara da sahipse o zaman hekim unvanına erişmiş olur.