Biz hepsine ” kanser” desek de, kanser olarak adlandırılan tablolar elbette içerisinde derin farklılıklar gösterir. Biz bu farklılıkların bir kısmını fiziksel özelliklerine bakarak söyleriz. Örneğin yağ dokusundan kaynaklanan yumuşak kıvamlı, genellikle cilt altında ele gelen iyi huylu tümörler lipom adını alır, bu sertleşirse liposarkom denen kötü huylu tümörlerden söz edebiliriz. Ancak bize hastalığın seyri konusunda esas yol gösterici kriter patolojik inceleme adı verilen mikroskop altındaki görüntünün analizidir. Bunu yapabilmek için ya tümör cerrahi uygulanarak tamamen çıkarılır ya da küçük örnek alınır. Bu doku örneği daha sonra bir dizi işlemden geçirilir ve çok çok ince kesilerek cama (lam) aktarılıp boyanır. Deneyimli patolog buna mikroskopta bakarak hastalığın doğası hakkında bilgi verebilir, işte sonraki tedaviler de bu bilgi üzerine kurulur. Tıbbın geneli düşünüldüğünde patoloji nispeten yeni bir bilim dalıdır, ancak gerekli deneyimi ve değerlemeyi (validasyon) oluşturacak kadar da eskidir. Dokunun boyanmasında kullanılan yöntemler kimyanın gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır, çoğu boyanın öyküsü aslında tekstil boyalarının geliştirilmesine paraleldir. Son yirmi yılda gelişen “immünohistokimya” (toplumda “renkli boyalar” olarak adlandırılır) ise dokunun kökeni konusunda daha detaylı bilgi sağlar. Diğer boyalarla ayırt edilemeyen pek çok özellik bu boyama yöntemleriyle ortaya konabilir. Bütün bu çabanın ortak amacı hastalığın nasıl seyredeceğinin öngörülmesi ve tedavinin de ona göre saptanmasıdır.
“Dokuların değişmesi” patolojinin kliniği destekleyememesidir
Gelişim ve işleyiş açısından bakıldığında (bugün her ne kadar ayrı düşse de), patoloji klinik bilimlerin ortaya çıkardığı bir disiplindir. Önceki klinik deneyimin mikroskopik yöntemler kullanılarak cama ve rapora tercüme edilmesine dayalıdır. Günümüzde kanser konusundaki ana sorunlardan biri de işte burada çıkmaktadır. Zira bu satırlarda çok sık dile getirdiğim beslenme alışkanlıklarımızdaki derin değişiklik ister istemez dokularımızı da değiştirmektedir. Oysa tıbbın hastalıklar konusundaki bilgisi ve patolojinin bunların mikroskop altındaki görünümüne dair düşüncesi hep eski verilere bağlıdır. Dolayısıyla insan vücudunun mikroskopik değerlendirmesi de bu disiplin kurulurken ve ilk analizler ortaya konduğundaki beslenme özellikleriyle bire bir ilişkilidir. Peki beslenme özellikleri bu kadar derin değişiklik gösterirken, dokuların hiç değişmeden kalabileceğini nasıl varsayabiliyoruz, esas sorun buradadır. Çok fazla örnek dile getirdim ama yeniden hatırlatayım, uzun raf ömrüne erişmek kaygısıyla ortaya çıkan içerik değişiklikleri, koruyucu maddeler, katkılar bunların sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Değişiklik elbette bir kez tüketmekle ortaya çıkmaz, ama bütün beslenme sisteminin bunun üzerine oturduğunda kollajenin eksik kalmasından ya da şekerle bağlanmasından tutun (Maillard reaksiyonu), bağırsak florasındaki değişikliklere kadar bir dizi bilinmezin içerisine düşersiniz. O noktada artık patoloji içinden çıktığı klinik deneyimle örtüşmez hale gelebilir ve ne yazık ki bu durum gerçekleşmektedir.
Tümörlerin sinir-salgı yönüne kayması, tablonun GDO mısırı çağrıştırması
Bir patolog baktığı mikroskopik görüntüyü değerlendirmekte genellikle zorlanmaz, zorlanırsa da bunu raporun altına eklediği açıklamalarla belirtir. Ama görüntü ve klinik tablo örtüşmez hale geldiğinde “tıbbın tanımsız kaldığı boşluk” ortaya çıkmaya başlar. Patolog “taşlı yüzük hücreli mide kanseri” derken elbette öğrenmiş oldukları üzerinden karar vermekte, hasta ve klinisyen açısından çok zor bir süreci tanımlamaktadır. Ama hastanın hiçbir sorunu yoksa, kilo vermiyorsa, iştahı da gayet yerindeyse ister istemez tanı ve klinik arasındaki bir uyumsuzluk durumundan şüphelenirsiniz. Sorun bunun nasıl üstesinden geleceğinizdedir; deneyim ve iç görünüze güvenip olabildiğine ılımlı bir tedaviyi mi seçeceksiniz, yoksa en ağır tedavilere mi girişeceksiniz? Aklınız ikincisini, hissiyatınız birincisini söylediğinde ne yapacaksınız? Bugün için kanser alanında girdiğimiz en önemli açmazlardan birisi işte budur. Dokulardaki değişikliği genel olarak “sinir-salgı dokusu özelliklerine kayma” (nöroendokrin diferansiyasyon) olarak görüyoruz. Bunun marker (kandan bakılan tümör belirteci) karşılığı ise “nöron spesifik enolaz (NSE)” değerlerinin toplumun genelinde (baktırdıklarımın çoğunda yüksek çıktı) sınır değerin üzerinde çıkmasıdır. İşin daha tedirgin edici yanı, bu değişikliklerin Seralini’nin GDO mısır yedirttiği farelerden elde ettikleriyle benzerlik göstermesidir (1). Üstelik bu mısır ülkemizde de yem olarak kullanımı serbest NK608 GDO mısır denemesidir.
Kaynaklar: (1) Seralini GE, Clair E, Mesnage R et al. Long term toxicity of a Roundup herbicide and Roundup-tolerant genetically modified maize. Food and Chemical Toxicology 2012; 50: 4221-4231.