Bilimin neden ilerlemediğine ilişkin güncel örneklerden biri de kuşkusuz kansere bakış açısındaki tutukluktur. Aslında biyoloji ve kanser, her ikisi de fazlasıyla iç içe geçmiş kabullenmeler üzerine kuruludur: “Kanser yaşamımızı tehdit eden kontrolsüz hücre çoğalmasıdır, aslında bu vücudumuzda normal şartlarda da gerçekleşir, ama bağışıklık sistemi denen savunma ordusu tarafından ortadan kaldırılır”. Bu önermeler dizisinde “yaşamımızı tehdit eden kontrolsüz çoğalma” dışında kalan bütün kavramlar aslında bizim yakıştırmamızdır.
Siddhartha Mukherjee tarafından kaleme alınan “Tüm Hastalıkların Şahı, Kanserin Biyografisi” başlıklı kitap (Domingo Yayınları) iyi okunduğunda anlaşılan, kanser aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle ABD’de bir anda ortaya çıkan bir hastalıktır. Bizim klasik kanserde bildiğimizin aksine tek tük görülen (sporadik) bir hastalık olmaktan çok, salgın özelliği gösteren (epidemik) bir hastalıktır. Ortaya çıktığı dönemde bu hastalık için kullanılan belli bir ilaç bulunmadığından eldeki bütün kimyasal maddeler rasgele denenir. Bunlardan belli bir başarı elde edenleri “medikal onkoloji” olarak adlandırılan kemoterapi disiplininin temelini oluşturur. Aslında 1950’lerde bile yaklaşık 50 yıldır uygulama alanı bulunan radyoterapi de yeni bir ivme kazanır. Bunun bir gerekçesi Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları sonrası ortaya çıkan kanser tablolarıdır, yani radyoaktif ışınlar kanseri tedavi edebileceği gibi, yeni kanserlerin ortaya çıkmasına da neden olabilmektedir. Böylelikle radyoterapi olarak adlandırılan ışın tedavisi de birden yeni bir disipline dönüşür ve radyasyon onkolojisi doğmuş olur.
Zorunlu kabullenme, lakin hatalı açıklama: “Kanser DNA’nın hastalığıdır!”
Sonuç olarak “kanser bilinmeyen bir nedenden ötürü birden artmıştır”, şimdi bütün iş bu yeni hastalık tablolarını tedavi etmek için kısmen başarılı olsalar bile yaygın biçimde kullanılan kemoterapi ve radyoterapinin etki mekanizmasının ne olduğunun açıklanması ve “kabullenilmesindedir” (bilimsel disiplinler de aynen dinler gibi ilk kabullenmenin üzerine kurulurlar). O sırada hücrenin çekirdeğinde bulunan DNA’nın genlerin kaynağı olduğu yeni anlaşılmış, hatta bunun yapısının (meslektaşları Maurice Wilkins ve Rosalind Franklin‘in katkılarını hesaba katmaksızın) “çift sarmal” olduğunu gösteren Watson ve Crick Nobel’le ödüllendirilmiştir. Böylelikle yeni paradigma (genel geçer kabullenme) kendiliğinden şekillenir: “Madem kontrolsüz hücre çoğalması vardır, hücre çoğalması da DNA’ya bağlıdır, kanserin nedeni DNA’nın kontrolden çıkmasıdır”. Etkili olduğu gösterilen mevcut ilaçlar DNA’nın yapımını bozmakta, kanser hücrelerindeki hızlı çoğalma nedeniyle daha yoğun DNA sentezi yapıldığından bunlar daha fazla etkilenmektedir. Zaten radyoaktif ışınlar da DNA’da kırıklar oluşturmaktadır. O halde bu silahlar birlikte kullanılırsa kanser hücrelerinin daha etkili biçimde öldürülmeleri de olanaklı olacaktır.
Nitekim tıp bile siyasetten etkilenir
Kanserin “vücudun içinde barınan düşman odakları” olduğu algısı ise ilginç bir biçimde biyolojiden çok siyasetten etkilenmiş görünmektedir. Kanserin ABD’de bir salgın biçiminde ortaya çıkması İkinci Dünya Savaşı sonrası “soğuk savaş” dönemine karşılık düşer. McCarty ve komünist avı düşüncesi ülkenin bütününe hakimdir: “Bu varsayımsal komünistler askeri daireler başta olmak üzere çeşitli yerlerde yuvalanmış (metastaz) ve genel taarruzun hazırlığını yapmaktadır. Bunların bir şekilde gizlendikleri odaklardan temizlenmesi gereklidir” ve böylelikle ABD yeni bir “cadı avı” başlatır. İnsanlar fişlenmekte, hangi tarafa ait oldukları konusunda çıkarımlara gidilmeye çalışılmaktadır. Bu düşünce biçimi ilginç bir şekilde kanser disiplininde de karşılık bulur: “Kanser kemoterapi sayesinde başlangıçta tedavi edilmiş görünmekteyse de, bir süre sonra ya hastalık ilk çıktığı bölgede yinelemekte ya da yeni odaklar ortaya çıkmaktadır (metastaz). Dolayısıyla düz mantık olarak, “bu odaklar besbelli ki kana dolaşmakta olan dirençli hücrelerin dokuya yerleşmeleriyle meydana gelmektedir”. “O halde kanser dokusu çıkarılmış olsa bile yoğun kemoterapi (aylar süren yüksek doz tedaviler) uygulanarak bu gizli odaklar da bitirilmelidir (İnlerine gireceğiz!)”.
Nitekim kabullenme (doğru ya da yanlış) aslında bir zorunluluktur, ya kendiniz kabullenirsiniz ya da kabullendirilirsiniz.
Ne dersiniz, tanıdık senaryo değil mi? Hikayenin devamı ise daha acıklıdır…