Maçın sonu

İnsan yazmak için her zaman orijinal konu bulamayabiliyor, daha doğrusu yazılacak çok konu olmasına rağmen, havanda su dövmenin bile bir üslubu olduğundan, üçüncü kişi olarak tamamen dış dünyadan gözlemlenen, asla etkide bulunulmayacak konuların futbol eleştirmeni mantığıyla gözden geçirilmesi anlamsız geliyor. Hayat genellikle bizim seyirci olduğumuz, zaman zaman alkış ya da protesto sesleriyle karşılık verdiğimiz bir spor müsabakası gibi. Sahada olanları kimin seçtiğini zaten bilmiyoruz, ama benim kavradığım tek şey sahada olanların bizim seyirci olmamıza da muhtaç oldukları, maç boş tribüne oynanmıyor, ne kadar çok tezahürat yaparsanız asla müdahale edemediğiniz maçı o kadar oynanası hale getiriyorsunuz.

Bunu daha erken fark eden milletler özellikle politika alanında gazetelerin yansıtıp, yorumcuların anlam yüklemeye çalıştıkları onca hengameye tamamen kayıtsız kalabiliyorlar, doğrusu da bu görünüyor. Seçimlerin toplamın ancak üçte birini bulan bir katılımla gerçekleştirilip buna da demokrasi denmesi ne kadar ironiyse, bu sistemi beslemeye çalışmak da o kadar anlamsız. Lakin insanın aklının çalışabilmesi için yine de başka başka mecralar bulması her zaman kolay olmuyor, bir romana dadanmış olmak ya da bir küçük çaplı restorasyon işine girişmek kolay görünse de, en zoru olan başlama adımını atmak, aşılması zor bir hendek gibi önünüzde uzanıyor. Bir başlasanız sular seller gibi gidecek uğraşılar, yolda “akşama şunu pişiririm, üstüne de şu yazıya koyulurum…” hevesiyle kafanızda biçimlenirken, eve attığınız ilk adımla “şimdi buna kim uğraşacak” seviyesine iniyorsa ya siz de ya da yolda bir sorun vardır. Yolda sorun olmadığına göre ben bu durumu rahatlıkla dışa yansıtılmayan bezginlik (depresyon) olarak tanımlayabilirim.

Tuzu kuru olanların fark etmekte zorlandıkları şey de bezginlik halinin toplumun çoğuna bulaşmış olması. Yanlış anlatmayayım, bu ruh halinin sadece küçük bir kısmı ekonomik yetersizlikle ilişkili, akşama sofrada çorba yerine pirzola bulmak bizim filmlerle kazandığımız nadir coşku hali, ama çok da bağlayıcı değil. Karın doyurma gailesinin ötesinde, hatta ertesi gün çocuğa verebileceğiniz harçlığınız olsa bile bu bezginlik halinin esas nedeni yaşamak coşkusunun neredeyse tümüyle yitirilmiş olması.

Ülkenin savunma sanayinin çok ilerlemesi, uzaya bizden birinin gitmiş olması, olimpiyatlarda derece alınması, hazinenin cari açığının kapanması ya da maaşlara layıkıyla zam yapılmış olmasıyla bile ortadan kaldırılamayan bu sevinç yoksunluğu paranın olmamasına dayanmıyor. Mesele iyi şeylerin olmuyor olması değil, olan iyi şeylerin bize bir etkisinin olamaması, oynanmaya devam eden maçta en olası yaklaşılan gol pozisyonlarından bile heyecan duyulamaması.

Tuzu kurular ne kadar farkında bilmiyorum, stattakiler gönülden bağlı oldukları takımları artık izlemek istemiyor. Sabahın altısında bana “hocam geç kaldın” diyen simitçi bile artık ortada yok, kutular yerde bekliyor

İşte maçın esas sonu budur, doksanıncı dakika düdüğünün çalması bir sonraki maçın hazırlığını başlatır, ama seyretme arzusunun yok olması maçların sonunun gelmesi demektir.

Eksik olan ne para, ne tutku, eksik olan artık umut, biz bıktık.

Vakit zemini neredeyse tümüyle kaplayan birikintileri atmak vakti; ben atmaya başladım bile.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir