Majestelerinin türbanlıları

Bazen yedi farkı fark edin bulmacası gibidir hayat; aslında görsen bile algılamak istemeyeceğin bir biçimin tezahürü, artık nasıl olur da bilinmez, birkaç gün sonra aklına dank ediverir. Hani düğünde giyilmiş kıyafetin bir türlü birleşemeyen aksesuarı, saçına verilen rengin bir türlü yedirilemeyen tonu, başına sarılan örtünün tutturulamayan tarzı; öyle durup bakarsın ve fikrine çok sonradan dank eden çıplak gerçeklik, unutmaya çalıştığın fotoğrafın içinden ilmek ilmek dokuyuverir, donup kalıvermiş algını…

Bu bir gurur fotoğrafı olsa gerek, öyle coşkuludur ki, milyonlarcasının “öta-nazi” taslağını huzura verebilmek için Nazi olmanın pek de gerekli olmadığını sokar gözüne. İktidarın şahlanmış prenslerinin “ölüm, ölüm” fermanlarıyla attığı ilk imzaların, daha çok ağzı kuduzmuşçasına sulanmış, damlayan salyaları ötenazi ile kılıflanmış sözlerine binaen, kıllı ve homurtulu, memleketin sonsuz selameti, devletin yıkılmaz bekası için o ilki başlatan gururlu beylerinin ellerinden döküldüğünü düşünürsün… 

Oysa beyler pek de öyle değildir, bir gurur tablosu olması niyetine servis edilmiş fotoğraf, başlarında türban olsa bile içlerindeki yoğun deveranı anlatırcasına felfecir okuyuverir hiç tahmin edemediğin gerçeğe… Onlar henüz kırklı ya da otuzlu yaşlarının başında, belki de yirmi, üstlerinde hangi markadan giyindikleri belli kıymetli kıyafetleri, gösterdikleri ya da göstermeye vakit bulamadıkları aynı marka çantalarıyla, bir sorunu çözmekten ziyade muktedir olmanın meydan okuyuşuyla gülümserler.

Onlar mı Nene Hatun, onlar mı Fatma Çavuş, onlarda var mı annelerinin şefkatli elleri, esirgeyen ve koruyan; peki onlar mı asker sınır ötesi operasyona gönderilsin diye sorulan, onlar mı öğretmen, eğitmen, onlar mı sevebilen ve sevilen?

Haydi geçtim kanununu, etiğini ve çoktan meclisini; çocuk yetiştirmek arzusuna gark olduklarında, nasıl açıklayacaklar evlatlarına bu orantısız emellerini? Hepsi mi sorun yaşadı ki, hangi ağır travmalarla biçimlenir o imzalar; kaç ölüm görmüşlerdir, kaç geride kalan evlat; ve verdiğin canı almak arzusu nasıl olur da bu kadar derinleşir Ya Rab?

Hayır, daha çok müstehzi gülümsemeler, belli ki hayırlara vesile olsun diye verilmemiş imzalar, onlar resme özellikle iliştirilmiş, ucunda da bir başı açık denge olsun diye mi seçilmiş? Yoksa şehrin orasında burasında yalın ve gariban yatan, kimi zaman olsa olsa havlayıp araba kovalayan hayvanatla ilişkileri ne olsa gerek?

Ecdadın oturduğu dar sokaklı mahallelerden bence hiç geçmediler, beş yıldızlı AVM tadında, daha çok sonradan görülmüş bir zenginliğin doruğunda, esasa değil de bulaşılmaması gereken kirli teferruata alet mi edilmiş bu masumane bakışlar…

Peki nerede imza verebilen diğer kurt simalar, adlarına halel gelmesin diye eteklerin altına mı saklanmışlar da görünmezler ortalıkta?

Acaba ötenazi diye yumuşatılan ölüm fermanının, kısırlaştırılıp yerinde istihdam mı olduğunu sandılar; yoksa “gel resim çekiliyor” denen her kareye, “acep Instagram’da da paylaşılır mı” deyip yamandılar?

Onlar mı bizim herkesi çiğneyip mezuniyet törenine türbanlarıyla katılmaya çağırdığımız, laikçi hocaları “nasıl olur, nasıl olur” derken aldırmayıp “dik yürüyün” diye sıraya kattığımız gençlerimiz?

Değiller, onlar organik hoşafın mucidi de sayılmazlar, onlar hiç ölüm görmediler, belli ki besledikleri bir dört ayaklı hayvan da olmadı.

Tam da bu yüzden…

Onlar sadece majestelerinin türbanlıları!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir