Doktorlara mecburi hizmet konmasına yönelik yasa konusundaki itiraz üç gün önce Anayasa Mahkemesi’nden döndü ve mecburi hizmet resmen geri gelmiş oldu. Lakin sakın bu girişe bakıp tıpla ilgili bir yazı yazacağımı düşünmeyin, benim bu noktadaki eleştirim, memleketin gereksinim duyduğu bir görevin neden mecburi hale getirilmek zorunda olduğunu sorgulamak olacaktır. Hiç unutmam, 1982’de İstanbul Üniversitesi’ne girerken bize bir anket uygulanmıştı. Anketin sorularından biri “kendiniz, aileniz ya da ülkeniz arasında bir önem sıralaması yapmak zorunda kalsanız hangisini seçersiniz” olmuştu da, pek düşünmek ihtiyacı duymadan memleket, aile ve ben diye sıralayıvermiştim. Bu sıralama aradan geçen yirmi yılı aşkın süre içerisinde değişmedi. Buna karşılık o dönemde aynı anketi doldurmuş olanların bugün ne yanıt verecekleri hep merakımı uyandırmıştır.
Biz bir nesil olarak ülkenin gereksinimlerinin hep en önde geldiği söylemiyle büyüdük ve buna inandık. Zira ülkenin durumunun iyi olması, bizim durumumuzun da iyi olmasının tartışmasız önkoşuluydu, ya da tersten ifade edecek olursak, ülke zor durumda kaldığında bizim birey olarak iyi olmamızın hiçbir mutluluk verecek yanı olamazdı. Bu doğrultuda düşünüldüğünde, Doğu hizmeti için gönüllü olduk, ihtiyacın olduğunu bildiğimiz her noktaya yine gönüllü olarak koştuk. Bu yaklaşımın insanlara ve ülkeye hizmeti temel alan bütün meslek dalları için de paylaşıldığı inancındaydık. Gel zaman git zaman memleketin önceliği konusundaki bu duyarlılığın artık eskisi kadar geçerli olmadığını şaşkınlıkla izler olduk. Bu düşünce değişimin nedenleri konusunda siz de bana ışık tutarsanız sevinirim, ama ana unsurlardan birinin giderek ön plana çıkan bireysellik olduğu aşikardı. Bu bireysellik bize Hollywood sinemasından aktarılan bireyin başarılarının toplumun kaderini belirlediği şeklindeki öyküler değildi. Hollywood yapımlarının ortak noktası kahramanlık olan anlatımları her ne kadar geleneksel Amerikan tarzının ayrılmaz unsuru olsa da, bizim bireyselleşmemizdeki özellik daha çok “etliye sütlüye karışma, sen kendini kurtarmaya bak” yaklaşımıydı.
Nitekim sonraki tahlillerimde memleket çıkarlarının üstünlüğü prensibinin 12 Eylül sonrası politikasızlaştırma ve kişiliksizleştirme girişiminin ürünlerinin alınma zamanıyla örtüşmekte olduğunu da fark ettim. Toplumun siyasi görüşlerindeki 12 Eylül öncesi kutuplaşmalar, beraberinde asla kabul edilemez şiddeti getirmiş olsalar da, çıkış noktaları yine de “ülkeyi kendi inançları doğrultusunda kurtarma” idi. Sağcılar bunu kendi yorumlarıyla, solcular kendi yaklaşımlarıyla gerçekleştirmeye çalışıyordu, ama herkesin ortak hedefi ülkenin bir şekilde kurtarılmasıydı. 12 Eylül bu idealleri ciddi anlamda törpülemekle kalmadı, depolitizasyonu da beraberinde getirdi. Bu ortamda bireyler için geriye kalan tek şey artık kendileriydi ve bundan fazlasıyla uğraşmanın gereksiz olduğu inancında ister istemez hemfikir oldular.
Ne var ki, hakimiyetini dünya genelinde artıran başka etkenlerin varlığı da göz ardı edilemezdi. Bunlardan biri karşımıza “globalizasyon” olarak çıktı. Var olan ekonomik ve teknolojik gelişmenin yönlendirdiği doğal bir süreç gibi görülse bile, globalizasyon sermaye hareketlerinin yanı sıra kültürün paylaşılması yerine kültür istilası olarak da yansıdı. Dilden hayat görüşüne kadar yaşamın bütün alanlarını etkileyen bu kültür istilası, bir kültürel yozlaşma ve boşalmayla sürdü. Ve derken bütün bu sıraladıklarım toplumun, ama özellikle politik alanda faaliyet gösterenlerin yozlaşmasıyla taçlandı.
Bir ülkede birileri yolu elektriği olmayan memleket köşelerine çoğu kez canları pahasına gitmeye çalışırken, o memleket köşelerinin asla kalkınmamalarına sebep olanların ve sonrasında bu mecburiyeti geri getirenlerin aslında yumurta tüccarı politikacılar olduğunu görmeleri kuşkusuz şevk kırıcıdır. Neden şaşırıyoruz ki? Dişleriyle tırnaklarıyla ödenmeye çalışılan memleket borcu, birilerinin cebine çuvalla tıkılıyorsa ve buna karşı hiçbir kanuni müdahale olmadığı gibi, bir de korunuyorlarsa, geride kalanların kendilerini aptal olarak görmelerinden başka bir seçenek yoktur. Bu memleket sevgisinin sığındığı son kuytunun da ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildir ve Türkiye’ye açtığı zarar, hortumlananların, menfaat olarak paylaşılanların kat be kat üstündedir, zira zarar gören gelecek umudu ve onları üzerine yerleştirdiğimiz ideallerimiz olmuştur.
İşte Sayın Başbakan, “kimsesizlerin kimi” olacağız diye geldiği günü her şeyden daha iyi hatırlamak zorundadır. Üzerine aldığı görevin kanımca en önemli bileşeni olan değerlerin yeniden kazanılması konusunda bugün varılan nokta, ekonomik parametreler ne derse desin bir arpa boyu bile değildir. Bu noktadan baktığınızda, Türkiye’de bugün hakim olan siyasal yozlaşma, kültürel zayıflama ve değerlerin boşaltılması gerçeğinde, birilerine “falanca yerde mecburen hizmet vereceksiniz” demek bence doğrudan alay etmektir. Politikacıların ve on yıllarca öncesinde kalmış ideallerin hala geçerli olduğuna inananların “gidiversinler” söylemi “ne için, hangi değer uğruna” sorusuyla karşılık bulmaktadır ve bir tek cevap seçeneği dışında yanıtlanamamaktadır. O cevap hala “halk”tır, niteliksizleştirilen, kültürsüzleştirilen, kişiliksizleştirilen, ama buna karşılık hala temiz kalan halk. Politikacılar hala birilerinden “mecburen” bir şey isteyebileceklerine inanıyorlarsa ve bu istek yerine getirilecekse, oy kazanacaklarına sevinmek yerine, geri kalan tek değer halka şükretmeliler.