Yukarıda olan, nasıl aşağıda da varsa ve nasıl sürekli tekerrür ederse tarih, olmakta olanlar da aslında birbirlerinin biçim değiştirmiş benzerleridir. Ne var ki tutukludur insanının aklı, kapısı açılsa bile çıkamaz hücresinden ve “açıklamak” olduğunda mesele bağlarını çözemez zihin; “anlamın” derin sularına dalacağına, yani hücresinden sonsuz bir hürriyetle çıkacağına, yerinden kıpırdamaz, “aklına uydurmakla” yetinir. İnsanın doğaya ait olayları inceleme mantığı öncelikle akla uydurma, ama beri yandan kendi yapabildikleriyle benzerlik kurma üzerine kuruludur. Bu algılama biçimi başka yorum olasılıklarını ortadan kaldırmakla kalmaz, gözlemlediklerini ister istemez anlayabildiği algı biçimine oturtur. Oysa olan biten ne varsa aslında kendi içinde de gerçekleşmektedir. Bu nedenle akıl son derece kullanışlı olsa da, aslında bir o kadar da yanıltıcıdır. Okunanın düz haliyle anlaşılması başkadır, görünenin (zahiri) ardında yatan diğer anlamların (içrek) anlaşılması bambaşkadır. O nedenle yapılabileceğin en iyisi, bilgiyi gönül imbiğinde damıtmaktır. Çöktüğünde akıl tortusu, geriye kristal berraklığında bir bilgi kalır. Akıl gözüyle okunamayanlar, ancak gönül gözüyle anlaşılır. Bilgi vardır, aşikardır, ancak onu anlamlandırmak bambaşka bilgilerin varlığını ister. Mesela harfleri herkes bilir, bu Mısır hiyeroglif alfabesinden, Latin biçimine kadar kavramlar bütünü olarak aslında farklı değildir, ancak o harfin hangi sese karşılık geldiğini, o sesin ne anlam verdiğini kimse bilmemektedir.
Ne yükselerek gördükleriniz, ne büyüterek bildikleriniz yetmez
Çünkü insanın doğuştan gelme zaafıdır, öğrense de unutur ya da kanıksar. Oysa çekilip bir kenara biraz kendi başınıza kaldığında ve hala varsa mecali, olanın bitenin ne olduğundan öte, nereden gelip de nereye gittiğinizi anlamaksa emeli, alemlerin içinde bambaşka alemler olduğunu kavrar. Garip bir duygudur bu, her ne olursa olsun anlamak istediğinizde nasıl var olduğunu, tıpkı üstünde yaşadığınız dünya gibi döner dolaşır yine aynı noktaya varırsınız. Gözler önünde apaçık uzanan ovalar ve nehirler, sadece siz tırmandığınızda birbirlerine göre konumlanır ve şekillenirler. Ya da geçin bir mikroskobun başına, çıplak gözle göremediklerinizi koyun merceğin altına, büyütün de büyütün. Bu kez bambaşka bir dünyaya dalarsınız. Yükseklerden gördükleriniz size sunulmuş olan dünyanızdır, büyüterek görebileceğiniz sizi var eden detaylarınızdır. Ne yükselerek gördükleriniz, ne büyüterek bildikleriniz yetmez. Muhtelif bin bir kimya, cihazlar, alet edevat; hülasa sadece düşündükleriniz hakimdir. Ama hükmetmek değil, hükme varmak olmalıdır amacınız. İşte o zaman ne söz, ne göz, ama töz (temel, taban, kurucu öz) açılır. Onca yıldır bakıp gördükleriniz, dahası bildiğinizi zannettikleriniz yerinden fırlar, bambaşka bir anlamla kalkar ve yerli yerine oturur.
“Kendi” olmak aklı damıtmaya bağlıdır
Yaşam da bir şekilde güneşle başlar, güneşte gelenler kadının karnındaki küçük güneş zerreciklerinde üst üste tabaka tabaka toplanırlar, biz buna yumurta sarısı, yani yolk deriz. İster yumurtlayan (ovipar, yumurta bırakan anlamında balıklar, kuşlar vb. canlıların bütünü), ister memeli (vivipar, canlı doğum yapan anlamında, memelilerin bütünü), yani yumurta aracılığıyla üreyen bütün canlılarda doğacak yavrunun ilk taslağı bu dahili güneş üzerinde şekillenir. Lakin yumurta karşılık bulmuşsa, bu kez dünya yeniden oluşmaya başlar. Hücreler çoğalır, büyük bir küre oluşturur. Sonra bu küre ortasından (ekvator gibi) çöker, iki yarı küreyi ayıran bir yüzey oluşur. Ve derken yarım küreleri ayıran yüzey de ortadan yarılır, işte o yarığın çukurlu tarafı sırtınız, karşılığındaki kanatları (kaburgaların göğsü sarması gibi) batınınızdır. Ama bu birleşme sadece başlangıçtır. Babadan gelen sadece bir çekirdek (sperm hücresinde çekirdek dışında bir şey yoktur), anadan gelen ise hem çekirdek hem de birleşince onu sürdürecek gücü taşır (yumurta hücrenin diğer parçalarını da içerir). İşte buna “germ” (Latince, tohum, tomurcuk; ruşeym) denir, o bir “manadır”. Bu taslağın kök olan ve yumurtanın sarısını kucaklayan tarafı vejetatif (bitki, kök) olarak adlandırılır; sırta bakan, akıl, irade gibi melekeleri tutan tarafı animadır. Kan ve germ (üreme) hücrelerini sağlayan vitellüs kesesi, işlevi sonlansa bile geride bırakılmaz ve batın tarafından yutulur. Kök taraf böylelikle kapanır, bebeği anneye bağlayan göbek kordonu geride kalır.
Özetle canlının oluşması başlı başına yeni bir dünyadır, her şeye rağmen “kendi” olmak aklı damıtmaya bağlıdır.