YÖK ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bütün uyarılara rağmen “özerk” olması gereken üniversitelerin rektör seçimlerine müdahil oldu ve sıralamaları değiştirerek kendi düşünceleri doğrultusunda atamada bulundular. Bu atamalarının gerekçelerini sorgulamak gibi bir amacımız yok. Elbette kanun çerçevesinde kendilerine tanınmış olan hakkı kullandılar. Buna karşılık aylardır işaret ettiğim şey gerçekleşti ve hatalar silsilesi nedeniyle sistem kollabe olmaya, yani kendi içine çökmeye başladı. Bağlantıyı anlatmaya çalışayım.
Üniversiteler ve üniversite hastaneleri eğitim kurumlarıdır. Dahası bu hastaneler en uç sorunların çözüldüğü özelleşmiş merkezlerdir. AKP hükümeti bu durumu görmezden gelip, üniversitelerin ve üniversite hastanelerinin kaynaklarını kısıtladı. Genel sağlık sigortası kapsamında her bir hasta başına sabit (fiks) bir ücret biçildi, bunun üzerini vermeyiz dendi. Bu durumda mevcut sistemin dönmesi mümkün olmadığından üniversite hastaneleri de çalışma koşullarını buna göre yeniden düzenlediler. Bu duruma elbette yenidoğan bebek üniteleri de dahildir. Hele yaz ayları dikkate alındığında, öğretim üyelerinin ve personelin de çoğu izinli olduğundan, yerine koyacak eleman bulamayan üniversite hastaneleri servislerdeki aktif yatak sayısını azaltmaya başladılar. Geçtiğimiz ay itibarıyla Ankara’da nir erken doğum patlaması yaşanmadıysa (bunu söylemek bile güç, zira Ankara’nın suyunun nereden geldiği belli, olamayacağını kimse söyleyemez), üniversite hastanelerine kabul edilmeyen bebeklerin hepsi ** hastanesine gönderildi. Mevcut koşulları ancak taşıyabilecek yenidoğan ünitesine başvuru sayısı birden artınca, bebek ölümleri de sayısal olarak artış gösterdi. Dolayısıyla bebek ölümlerinde servisin şefi *** bir kusuru yoktur ** sorumlu değildir. Onun yaptığı tek şey mesleğinin gereğini yerine getirip muhtaç olan hiçbir bebeği kapıdan çevirmemesidir.
İTÜ gereken tavrı koydu, peki ya diğerleri?
Gelelim Cumhurbaşkanı’nın atamalarının etkilerine. İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi dekanı Mahir Vardar ile konuyu uzun uzun konuştuk. Üniversitelerin özerkliğine YÖK ve Cumhurbaşkanı müdahale edince (ki etmemeleri gerekir), dekanlar ve senatörler istifa kararı almışlar. Söyle diyor Prof. Vardar: “Mevcut sistemde yer alamayıp yükselmeyi planlayan insanlar “yönetici” olmak düşüncesiyle gruplaşıyor. Oysa bugüne kadar bütün dekanlar seçimle gelmişlerdi. Üniversitelerin geleceğinden kaygı duyan kim varsa sorumluluk bilinciyle davranmalıdır. Oysa bu seçimde daha az oy aldığı halde rektör olacağım diyen adaylarla karşı karşıya kaldık. Üniversite yöneticilerinin ‘kayırma’ ile demokratik olmayan yöntemlerle olmasının olumsuz olduğu düşüncesindeydim”.
Öğretim üyeleri dejenerasyondan hiç mi sorumlu değil?
Bu sözlere hak vermememiz mümkün değil. Ancak ülkenin içine düştüğü genel seviyesizliğin üniversitelere bulaşmış olduğunu reddetmemiz de mümkün değil. Ne var ki bir sistemin kendi kendini dejenere etmesi süreç meselesidir. Üniversiteler bu duruma durup dururken birden bire düşmediler. On yıllar içinde değişik basiretsizlikler silsilesiyle birikim sonucunda yozlaştılar. Bu yozlaşmanın başlangıcı 12 Eylül falan da değildi, sadece kolaylaştırıcı faktör oldu, zira üniversitedeki yetkin kadroların kaçışını provake etti. Geride kalan daha az yetkinler kendi alt kadrolarını seçerken kendilerinden de daha az yetkinleri tercih ettiler. Bugün varılan nokta artık bu birikici dejenerasyonun siyasetle bulamaç haline getirilmiş posasıdır.
Bu durumdan çıkılamaz mı, elbette çıkılabilir, ancak isteniyorsa. Üniversite öğretim üyeleri parayı saygınlığa, “laga lugayı” bilime ve aylaklığı çalışmaya tercih ettikleri sürece bunun içinden çıkamazlar. Bir bilim adamı aynı zamanda tembel, aynı zamanda saygın ve aynı zamanda zengin olamaz. Olmaya çalışırsa hiçbir şey olamaz ve işte bu durumun adına “kollaps” diyoruz.