Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) boşalan üyeliklerine İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet ve Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Ayşe Soysal’ı atadı. Bu atamamalar ilk duyulduklarında söz konusu üniversitelerin mensupları açısından mutluluk verici olarak, “öküz altında buzağı arayanlar” tarafından ise kuşkuyla karşılandı. Benim bu yazıda değinmek istediğim atamaların gerekçeleri değildir, sadece hukuk açısından mantıksız olmalarıdır.
Boğaziçi Rektörü Ayşe Soysal’ı tanımıyorum, ancak İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet’i yeterince yakından tanıdığımı söyleyebilirim. Gerek bilimsel donanımı, gerek önceki deneyimi açısından bu görev için kuşkusuz ziyadesiyle yeterlidir. Rektör Söylet İstanbul Üniversitesi’ne rektör adayı olmadan önce de zaten YÖK üyesiydi ve adaylığının kesinleşmesinin ardından bu görevden ayrılmak zorunda kaldı. Bunu neden yaptı? Zira hem rektör seçimine aday olması, hem de seçim sonrası ilk altı sırada yer alan adayları eleyen ve Cumhurbaşkanı’na bildiren kurumda üye olarak bulunması mantıkla bağdaşmıyordu, Söylet de gereğini seve seve yerine getirdi.
İşte Sayın Cumhurbaşkanı’nın son atamaları aynı mantık çerçevesinde değerlendirildiğinde benzer sonuç yeniden ortaya çıkmaktadır. YÖK kuruluşu itibarıyla (doğru ya da yanlış) üniversiteleri denetleyen kurumdur. Üniversiteler ise “özerk” olarak yapılandırılmışlardır ve rektör tarafından temsil edilirler. YÖK’ün kararlarının muhatabı da, üniversitelerin şahsında temsil edildikleri rektörlerdir. Bir başka deyişle YÖK kararlarının uygulanıp uygulanmamasını rektörlere sorar. Peki diyelim ki YÖK çoğunlukla bir karar aldı, ancak rektör üyelerden biri “ret” oy verdi. Bu durumda rektör bu kararı uygulayacak mıdır, yoksa uygulamayacak mıdır? Uygularsa şahsında temsil edilen üniversite kurumuyla ters düşer, uygulamazsa da YÖK’le ters düşmeyi daha baştan göze alır. Bu durum hem YÖK’ü hem de üyesi olarak atanmış olan rektörleri (ve dolayısıyla üniversiteleri) zor duruma sokar, hak etmedikleri biçimde töhmet altında bırakır. İşte konuyu bu açıdan değerlendirirseniz, denetlenen kurumu temsil eden kişinin, denetleyen kuruma üye yapılması kanuna uygun olsa bile, mantığa ve hukuka aykırıdır. Benzer başka örnekler verelim, derneklerin yönetim kurulları ve denetleme kurulları aynı kişilerden oluşamaz; sınava giren bir kişi soru hazırlayıcı ya da jüri konumunda bulunamaz. Bunlar hukuktaki “güçlerin ayrılığı” ilkesinin benzer ve türev örnekleridir.
Rektörlerin YÖK üyesi olmamalarının bir de fiziki gerekçesi bulunmaktadır, bu da görevleri gereği çok yoğun bir tempoda çalışıyor olmalarıdır. Rektörler devasa kurumlar olan üniversitelerin bütün işlerinden sorumludur. Alınacak kararlarda birebir söz sahibidir. Görevleri ancak bir yere kadar delege edilebilir; ancak işleri o kadar ağırdır ki, tali konuları delege etseler bile onlara yine de 24 saatlerinden çok daha fazlasını dolduracak görev kalır. Beri yanda YÖK’ün de görevleri ağırdır, haftada en az bir kez düzenli toplantı gerektiren yoğun bir tempoya sahiptir. Ankara dışından birinin kalkıp bu toplantıya katılması haftada bir iş gününün kaybedilmesi anlamına gelir. Oysa üniversite vekaleten yürütülemez, bir günün bile yetemediği iş temposuna bir de haftanın “yedi” değerli gününden birinin kaybının eklenmesi tahmin edilenin üzerinde sıkıntılar doğurabilir.
Her ne olursa olsun, Cumhurbaşkanı tarafından YÖK üyesi olarak atanmak fazlasıyla onur verici bir durumdur ve eminim her iki üniversitenin mensupları tarafından büyük mutlulukla karşılanmıştır. Sayın Cumhurbaşkanı tarafından böyle bir göreve değer bulunmak, rektör olsanız bile reddedilemez, “istemiyorum” denilemez. Ancak atayan ve atananların asla şüphe etmediğim hüsnüniyetleri, kararın mantık hatasını ortadan kaldıramamaktadır. Dahası söz konusu atamalar “öküz altında buzağı arayanlar” tarafından hemen Boğaziçi Üniversitesi Röktörü Ayşe Soysal açısından “türban meselesine yaklaşımı” ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Yunus Söylet için de “Başbakan Erdoğan’a verilen doktorayla” ilişkilendirilmiştir. Oysa bunlar doğru değildir. En azından Rektör Yunus Söylet açısından şunu söyleyeyim, doktora kararı elbette İstanbul Üniversitesi Senatosu’nun kararıdır. Dahası her şey bir yana, İstanbul Üniversitesi Rektörü’nün YÖK üyesi olmak için ayrıca bir istek duyması zaten söz konusu olamaz. İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü olduktan sonra YÖKün üyesi olsanız ne olur, olmasanız ne olur? Sayın Cumhurbaşkanı’nın samimiyetle aldığı bu atama kararları bu konuda da ne yazık ki gereksiz bir polemiğe yol açmıştır.
Mantık ve hukuk olarak hatalı olan bir karar, kanuna uygun olsa bile sürdürülebilir mi, bence sürdürülmemelidir. Peki ne yapılabilir? Benim akıl vermem haddimi aşar, ama “üniversitenin yüksek menfaatleri” adına mazur görüleceğime sığınarak şunu söyleyebilirim. Sayın Cumhurbaşkanı bu iki önemli üniversitenin YÖK’te temsil edilmesi konusunda son derece haklıdır, bu durumda açar telefonu ve rektörlere bilgi sorar, daha sonra kendisinin de uygun gördüğü bir adayı göreve getirir. Böylelikle güçler ayrılığı prensibi bozulmaz, rektörlerin yoğun iş yüküne bir yenisi de eklenmemiş olur. İkinci olası çözüm ise daha zordur, YÖK ’ün görev tanımını baştan yapmak ya da bu kurumu tamamen ortadan kaldırmak.