Kendini entelektüel addeden sınıflar hayata daha çok siyaset penceresinden bakmak eğilimindedir. Onların düşünce sistemine, elinizde dünyayı değiştirecek bilgiler bile olsa, sosyolojik kavramlar dışında nüfuz edemezsiniz. Ne var ki bu kısıtlılık sadece sizin görüşlerinizi paylaşma şansınızı ortadan kaldırmakla kalmaz, iç içe girmiş yaşam hiyerarşileri sisteminin var olduğunu anlatmakta bile zorlanırsınız. Dünya görüşünden muaf olan asgari gerekliliklerin başında ise beslenme gelir. Bu vurgu “sağlıklı beslenelim, temiz hava, bol gıda” tekerlemesinin ötesindedir. Beslenme konunda soldan görüş beyan edenler, söylemlerini Henry Kissinger’ın bir zamanlar söylemiş olduğu anlatılan “Petrolü kontrol ederseniz ulusları, yiyeceği kontrol ederseniz insanları kontrol altına alırsınız” sözlerine bağlar. Meali “dünyayı kontrol etmeye çalışan emperyalistlerin topla tüfekle girmesine gerek yoktur, aç bırakmaları da yeterlidir” vargısıdır. Nitekim emperyalizm aslında öldürmek niyeti taşımaz, hükümranlık insanlar üzerine kurulur, dağa taşa hükümran olmanın pratik bir sonucu yoktur. Bu dünya algısının sürdürülmesinde merkezi öğe insan, nihai hedef de sahip olmak değil, kontrol edebilmektir. Her şeyi kontrol eden bir sistem kimi mutlu eder, bu bilinmez, ama iyi hissettirdiği açıktır, çünkü nihai aşamaya vardığında mesele artık “tanrıların oyunu” özelliği gösterir.
Gıdaya sağ cenahın bakışı ise soldan farklıdır. Aslında daha muhafazakar bir tavır sergilediklerini düşünürler, dolayısıyla “kola karşıtlığı” gibi sembolik bir tutum sağda da ifadesini bulur. Ancak bu elbette kolanın “Ramazan’da iftar sofralarının geleneksel içeceği” olarak pazarlanmasını engellemez. Kim ne derse desin, reklamcılık becerisi sol düşüncenin kıvraklığına gereksinim duyar. Ne var ki algı değişiminin hedefi olan muhafazakarlar da, televizyon ekranlarından aktarılan mesajı iftar sofralarında mükemmelen kabul etmek eğilimindedir. Sonunda emperyalizm tartışmasız kazanır, reklamını ve savunusunu sola, tüketimini sağa yaptırır ve nüfuz alanını genişletir. İşte bu, bugün Doğu’nun Batı karşısında düştüğü durumun basit bir özetidir.
Bilim camiası bu soruna neden sessiz kalır?
Beslenme de dahil, sorunlar yapıları gereği bir bütündür. Siz ülkenizin nüfusu, eğitimi ya da gereksinimleri açısından cep telefonu üretemeyebilirsiniz. Buna ihtiyacınız olmayabilir ya da beceremeyebilirsiniz. Ancak mesele beslenme olduğunda kendi şartlarınıza uygun üretimi yapmak zorunda kalırsınız. Yeterli topraklarınız ya da deniziniz varsa, onların sunduğu imkanlardan faydalanırsınız. Bu imkanlar çerçevesinde kalırsanız nüfusunuz bile uyum göstereceğinden olanakların dışına taşamaz. Ancak yapısı gereği bir bütün olan sorunlar, birini çözerken bir ucundan olması gerekenin dışına taşabilir. Örneğin önünüze uluslararası bir güvenlik anlaşması sunulmuştur, fakat anlaşma gereği şeker pancarı üretiminize de kısıtlama getirilmesi istenmektedir. O zaman ya gerekeni yerine getirir ve istediğinizi alırken taviz verirsiniz, ya da vazgeçersiniz. Bizim beslenme kaynakları açısından düştüğümüz durum da bundan farklı değildir. Örneğin Çin’le tekstil odaklı bir ticaret anlaşması imzalanacaktır, ancak alınması istenen unsur süt tozuysa bu sizin iç talebinizi törpüleyeceğinden, hayvan sayınızı azaltmanızı gerektirir. Çin gibi bir ülke vatandaşlarını ayda 100 dolara, yani karın tokluğuna çalışabilecek konumda tutmayı göze alabileceğinden bu aslında asimetrik bir ticaret anlaşmasıdır. Dolayısıyla karşılıklı anlaşmalar bile ülkelerin vatandaşlarına karşı takındıkları sosyoekonomik bakış açısından etkilenir.
Halk ucuza doymalıdır ki başka yere para harcasın
Benim sorumluluğum ayırtına gittiğim önemli konuların doğrudan halkla paylaşılması zorunluluğundan kaynaklanır. Çünkü günlük sergiledikleri kimliğe bakarak, emperyalizme karşı durduğunu düşündüğünüz bilim camiası bile, kişisel çıkarlar söz konusu olduğunda sessiz kalma eğilimindedir, bu bir bilip de bilmezden gelme tutumudur. Bu sessizliğin bir diğer nedeni ise bugüne dek savunularının dayanağını oluşturan “hijyen, ucuz protein kaynağı” gibi kavramların aslında bir geçerliliğinin olmadığını çaresiz fark etmeleridir. Yıllardır üzerinde yürünen “söylem halısı” altlarından kaydığında, düşüşün gürültüsüz patırtısız gerçekleşmesi anlaşılabilir olmalıdır. Ancak ardındaki temel dürtü ne olursa olsun, savunmanın “Amerika bile böyle yapıyor” ya da “bu bizim uzmanlık alanımız” şeklinde sürdürülmesinin bir mantığı yoktur.
Çünkü beslenme herkesi doğrudan ilgilendiren bir kavramdır. “Çocuğuma ne yedireceğim” kaygısına düşen annenin ya da “yemek olarak ne çıkaralım” diye telaşlanan okul yönetiminin de aynı derecede konuşma hakkı vardır. Ancak görünen o ki, endüstrinin gönüllü sözcülüğünü yapan bilim camiası toplumun beslenmesini de civcivlerin yemlenmesi şeklinde algılama eğilimindedir; “ne verirseniz onu yerler”. Bu algı “halkın ucuz protein ihtiyacı” tanımlamasıyla birebir örtüşür, halk civcivdir, ucuza beslenmesi en iyisidir. Dahası iş sadece endüstri ve onun sözcülerine bırakıldığında beslenme kavramı karın doyurma ya da bir sonraki aşamada açlığın giderilmesine indirgenir. Çünkü emperyalizmin hükümranlığı “olabildiğince ucuza karın doyurmaya” dayalıdır. Nitekim beslenme harcamalarının olabildiğince azaltılması diğer endüstrilerin yaşamını sürdürebilmesiyle de bire bir ilişkilidir. Asgari ücretin 800 lira olduğu bir sistemde, bilişim, otomotiv gibi diğer endüstrilerin palazlanabilmesinin tek yolu gıdanın ucuzlatılmasıdır. İnsanlar ancak “zorunlu olanı” ucuza alabilirlerse diğer alanlara yönelebilirler.