Basından size ulaşanlar henüz hafızanızda tazedir, Diyarbakır’da bir özel diyaliz merkezinde, aylık bildirilen hepatit C sayısında artış saptanması üzerine bulaşma olduğu ortaya çıktı. Diyaliz böbrek yetersizliği hastalarının yaşamlarının sürdürebilmeleri için tek çözüm, transplantasyon için ancak uygun verici bulunana kadar diyaliz dışında yapılacak bir şey bulunmamakta. Hepatit C bulaşması ise hastalarda transplantasyon endikasyonunu doğrudan ortadan kaldırıyor. Zira hepatit C, henüz kesin bir tedavisi bulunmayan ve kötü seyreden bir hastalık.
Buraya kadar anlattıklarımız diyaliz merkezindeki hepatit C bulaşmasıyla doğrudan bir ilişki taşımıyor kuşkusuz, ancak akıllara getirdiği en önemli soru, bulaşmanın denetim eksikliğine ya da özel merkezin ihmaline bağlı olup olmadığı. Hepinizin bildiği üzere devlet IMF direktifleri sonucu sağlık harcamalarını azaltma amacını güdüyor. Oysa “sağlıkta tasarruf yapılıp yapılamayacağı” daha önce de soruldu. Bizce de sağlık harcamalarının doğru yönlendirilmesi ile daha maliyet-etkin sonuçlara ulaşılabilmesi mümkün. Ama nasıl? Sağlık Bakanlığı’nın bu konudaki eğilimi sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi doğrultusunda; yani diyaliz, baypas gibi girişimsel tedavileri özel sektöre aktarmak, özel sektörün talip olmayacağı karlılık oranı düşük tedavileri ise mecburen kendi bünyesinde tutmak (nitekim Diyarbakır’daki özel merkez hastaların %55’inin ihtiyacını karşılıyormuş, diyaliz hizmetlerinin ise %60’ı özelleştirilmiş).
Geri ödeme, kazanç ve hepatit C ilişkisi
İşte tam bu noktada gözden kaçırılan bazı temel noktalar bulunmakta: 1. Sağlık hizmetleri, basamaklandırma da dahil olmak üzere bir bütündür, böbrek hastalıklarının diyaliz tedavisini, tıbbın temel branşlarından mikrobiyolojiden ayıramazsınız. Aynı makinden yüzlerce hastanın yararlandığı bir tedavi yönteminde mikrobiyolojik değerlendirme esastır. 2. Nasıl uygulanırsa uygulansın her tedavinin bir maliyeti vardır. Konu diyaliz olduğunda diyaliz makinesi gibi sabit yatırımın yanı sıra, serum setleri, filtreler, diyaliz solüsyonları gibi sarf malzemeleri söz konusudur. Bunların üzerine personel ve işletme giderleri gibi diğer harcamalar eklenir. Merkezin karı da eklendiğinde diyalizin fiyatı ortaya çıkar. Şimdi siz “ben hasta başına şu kadar para veririm” deyip paket uygulaması başlatır; dahası Genel Sağlık Sigortası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte hastalardan ek para alınmasını da engellerseniz, bu koşullarda işin yürümeyeceğini anlayan dürüst işletmeciler merkezi kapatır, ısrarlı olanlar ise önce personelden (Üniversite’de üç, söz konusu merkezde ise sadece bir uzman bulunmakta), sonra malzemeden çalar. Bu durumda sonuç hepatit C enfeksiyonudur. Ve 3. Hangi yaklaşımı benimser ve hangi kuralı koyarsanız koyun denetim yapmak zorundasınızdır. Sadece denetimin hakkıyla yapılıp yapılamayacağı bile sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinde belirleyicidir.
Sorun sadece diyaliz merkezlerinde değil
Bugün hepatit C olarak karşımıza çıkan sorun sanmayınız ki diğer satın alınan hizmetlerde farklıdır. Örneğin SSK ışın tedavisi için sevk ettiği hastaların geri ödemesine “maske” adı verilen sabitleştirme gerecini katmamakta, geri ödeme sadece tedavi uygulamasına verilmektedir. Oysa bedeli 50 lirayı geçmeyen bu malzemenin ödenmemesi tedavinin hatalı uygulanmasına neden olur. Benzer yaklaşım kan tetkiklerinin “pakete sokulması”, ilaç geri ödemelerinin sınırlandırılmasında da tamamen benzerdir. Nitekim geçtiğimiz haftalarda düzenlenen Antalya Sağlık Zirvesi’nde özel sağlık kuruluşlarının en büyük tedirginliği de “geri ödemelerin daha da sınırlandırılması, buna karşın hastalardan para alınmasının tamamen yasaklanması” olmuştu. Bu veriler altında lütfen mantıklı olalım; vatandaşa bulaşan hepatit C enfeksiyonu sadece diyaliz merkezinin mi sorumluluğu altındadır?
(Not. Rakamsal veriler Tıp Kurumu Başkanı Dr. Mehmet Altınok’un Hürriyet Gazetesi’nde 4.1.2006 tarihinde Yalçın Bayer tarafından yayınlanan açıklamasından alınmıştır.)