Sandık önceleri baba evindeki arka balkonda üzerinde gazete yığınlarını ya da envaı çeşit ıvır zıvırı barındıran anlamsız bir şey olarak görünmüştü. Annenim evin içinde tuttuğu iki tahta sandığa benzemeyen, kemerlerle güçlendirilmiş tepesi ve solduğundan desen taşıyıp taşımadığı anlaşılamayan bez kaplamasıyla daha çok Ali Baba’nın hazine sandığını andırırdı. Kapalı her şeyin içinde ne olduğunu merak eden kedi gibi ben de zaman zaman açmaya hamle ettiysem de, içinden çıkanı hatırlamıyorum, dibine erişememiştim. İçinden çıkarabildiğim belki koca bir Marlboro marka hiç açılmamış kahve tenekesi; annem ve teyzem nasıl olsa artık içilmez bu çekirdek kahveler diyerek mutabakatla attıklarında hayli içerlemiştim. Sandığı kristal gecelerin cam kırıklarının barınağı olarak tasarlama fikrim de sanırım bundan doğdu.
Atamama ve eline geçen her şeyi biriktirme heveslisi biri sayılmazdım, ama geçmişten kaldığı aşikar olana dayanılmaz hevesimi de saklayacak değilim. Nitekim balkonda sandığın komşusu olarak duran üstü muhtemelen telli mutfak dolabı da merakımdan payını aldı. Gönülsüz evetlerle kurmaya çalıştığım ilk kristal kuleyi kendi ellerimle yerle yeksan etmemin, cam kırıklarını biriktirmek dürtüsünü canlandırmasına artık şaşırmıyorum. Bu dolap da doğduğum evden buraya taşınmış, yine de küçük olmanın ötesine geçememiş bu evde de kendine ancak demirden camekanla kapatılmış balkonda yer bulabilmişti. Babamın onu her seferinde yağlı boyayla yenilemesinin aksine dolap besbelli eskiydi.
Çekmecelerini çektiğim, kenarlarına çiviler çakmaya çalıştığım zamanlar geçti aklımdan. İçinden garip bir koku gelirdi, rutubet desem değil, babamın belki bir gün kullanılır diye içine tıkıştırdığı onlarca conta, eski musluk ya da yağlı kırnap kokusu, belki artık saklamak niyetiyle kullanılmasa bile, içine dökülmüş zeytinyağının bir türlü kuruyamayan yağlılık hissinden çok dolabın kendisi bir kokuydu. O yığma binanın, sonradan girdiğimde ne kadar küçük olduğunu hayretle gördüğüm taşlığında pencere içinde birikmiş postalar arasında işime yarar bir şey bulur muyum diye eşelenirken aldığım rutubet kokusunu hatırladım. Aşağısı kömürlüktü, annem fare kokuyor derdi bazen, fare kokusunu hala bilmem, ama hafızada bir yerlerde kalmış olsa gerek, henüz hatırlayamıyorum.
İlk kristal kuleyi kırdığımda bana düşen de o dolap oldu, sandık çıkması daha zor olsa gerek yerinde kaldı. Rutubet kokulu evde olsaydı muhtemelen dolabı da çıkaramazdım, merdivenler sadece bir kişinin geçebileceği kadar dardı, acaba nasıl taşımışlardı? Sandığın dönüp dolaşıp geri gelmesi başka bir taşınma telaşının ucuna eklenen garip bir tesadüfle oldu. Annem ve babam artık hatırlayamaz hale geldiklerinde yakınımda olmaları dışında bir seçenek kalmadığını anlamıştım, iş şimdi satılması zorunlu hale gelen balkonlu evin nasıl boşaltılacağındaydı ki, evrakı metrukeler, birkaç kitap, ve sandık dışında bir şeye dokunmadım. Sonradan alınan nikel-kübik mobilyalar, içinde mermer küllüklerden, kartvizitlere ve nereden geldiğini hiçbir zaman bilemeyeceğim tebrik kartlarına ev sahipliği yapan camekan ve hatta yerde serili, olasılıkla defolu olduğu için ucuza alınmış olan halı dahil hepsi geride kaldı.
Sadece o sandık, arada bir yirmi yıl daha dayanmıştı, cüssesine rağmen, hele içi doluysa nasıl taşıdığını hala anlayamadığım iki küçük metal kulpu, deseni varsa da seçilemeyen griye dönmüş bez kaplaması (sanırım maviydi) ve içinde barındırdığı yine çok eskiden kalma ıvır zıvırıyla birlikte şimdiki mekanına geldi, derine işlemiş rutubeti kendiliğinden uçsun diye sandığı girişte kendi haline bıraktım, mesele cam kırıklarını toplamaktaydı.
(devam edecek)