Ülkemizde kısa bir süre önce “Satılık Hastalıklar” adında bir kitap yayınlandı (Selling Sickness, Hayy Yayınları). Geçen hafta bu kitapta yer alan hastalıkları ilaç şirketlerinin uydurduğu ya da abarttığı şeklindeki komplo teorilerinin yanlış olduğunu anlatmıştık. Ancak teslim etmemiz gereken önemli bir noktayı da atlamayalım. Kitabın haklı olduğu bir tek nokta bulunmaktadır, o da çaresi bilinmeyen bir hastalığın tedavisi konusunda ilaç geliştirmeyi başarmış şirketin bu ilacın tanıtımı ve elbette ister istemez hastalığın tanıtımı konusunda da çaba göstermesidir. Ancak bu yaklaşımın anlaşılamayacak bir yanı yoktur, ciddi bir sorunu ortadan kaldıran bir ürün geliştirdiyseniz, meseleyi tanımlamak ve duyurmak zorundasınız. Dahası ilaç firmaları zannedildiği gibi her durum (hastalık ya da değil) “tarama şeklinde” ilaç bulan kuruluşlar değildir. Bir molekülün “ilaç” olarak adlandırılmasının (onaylanmasının) maliyeti 300-800 milyon dolardır ve böyle bir yatırım hedefsiz olarak yapılamaz. İlaç firmaları hangi alana yatırım yapacaklarını saptarken “toplumda sık görülen, sağlık ve sosyal durum açısından risk oluşturan, tedavisi bilinmeyen ya da daha üstün bir tedavi söz konusu olacak” hastalıkları hedef alırlar; klinik araştırmaların yürütülmesi için de o alanda uzman doktorlarla işbirliğine giderler. İlaç ve tedavi sonuçları konusunda sözcülük görevini de doğal olarak araştırmayı yürüten doktorlar üstlenir. Hatta uç bir örnek verelim: “Kellik hastalık bile değildir, ama kellik ilacı geliştirmeye uğraşmak çok cazip bir yatırımdır, zira sosyal özellikleri dikkate alındığında erkeklerin çoğu için ciddi sorundur. Böyle bir örnek çerçevesinde düşünüldüğünde kellik sorununda algının değiştirilmesinin yanlış bir yanı yoktur, bunu anlatan da o konuda uzman doktorlardır. Üstelik ilaç geri ödeme kapsamında bile değildir”.
Kongreler ve ilaç firmaları ilişkisi
İlaç sektörü ve hekim ilişkileri bizim de çok fazla eleştiri konumuz olmuştur. İlaç sektörü bütün bilimsel etkinliklere bir şekilde katkıda bulunur, hele kongreler söz konusu olduğunda ilaç firmalarının sponsorluğu olmadan kongre düzenlenmesi ne yazık ki mümkün değildir. Oysa beri yandan baktığınızda hekim tedavi kararında bağımsız olmalıdır, kongre ya da sponsorluk beklentisi hekimleri seçimlerinde objektif olmaktan uzaklaştırabilir. Bugüne kadar “yazdığı ilacın neması” olarak kongreye götürülen doktor örneği görmesek de, böyle bir durumun düşünülüyor olması bile aslında hoş değildir. En doğru yaklaşım doktorun bilimsel etkinliklerinde bağımsız olmasıdır, yani kongreye kendi kaynaklarından ya da çalıştığı kurumun (Sağlık Bakanlığı, üniversiteler) desteğiyle katılabilmelidir. Ne var ki doktora yaşamını sürdürebilmesi için bile kaynak yaratmakta zorlanan devlet kongre ve eğitim bütçesini nasıl yaratacaktır? Batı ülkelerinde de kongreler ve ilaç endüstrisi arasında sponsorluk ilişkisi vardır, ancak doktorların çoğu kendi imkanlarıyla katılırlar, çünkü ücretleri yeterlidir.
Bu meseleyi tartışırken hem kongre sayısı hem de katılım koşulları açısından “suni bir enflasyon yaratıldığını” da göz ardı etmemeliyiz. Kongrelere katılım koşulları onları düzenleyen uzmanlık derneklerince belirlenmektedir. Siz Antalya’da yapacağınız ulusal kongrenizin katılım ücretini (sadece katılım, konaklama ve ulaşım hariç) 300-400 Euro yaparsanız, doktorun bireysel katılım şansı (akrabasında konaklaması koşulunda bile) son derece zayıftır. Burada dernek aslında gelir temin etmeye çalışmakta (zira ülkemizde aidatla dönen dernek yoktur), ama söz konusu katılım ücretini saptarken de zaten ilaç firmalarının sponsor olacağı varsayımıyla hareket etmektedir. Bu noktada doktor ister istemez ikilem, daha doğrusu çıkmaz içerisindedir. Peki bu olumsuz durumun sorumlusu kimdir, doktorlar mı, firmalar mı, yoksa maddi gücünü artırmak için yüksek katılım ücreti talep eden meslek örgütleri mi? Her ne ise. Bizim bu konudaki önerimiz katidir, kongrelere katılım ücreti kolay ödenebilir sınırlarda tutulmalıdır. Doktor beş yıldızlı tatil köyünde değil, pansiyonda da kalabilir, yeter ki bu seçim şansı tanınsın.
Kongreler neden hep Antalya’da yapılır?
Yeri gelmişken kongrelerin neden hep Antalya’da düzenlendiği konusundaki şüpheleri de yanıtlamaya çalışalım. Türkiye’de kongre düzenlenmesi açısından en ucuz mekan Antalya’dır. Diyelim ki kongreyi en çok doktorun bulunduğu İstanbul’da düzenlediniz, bu durumdaki tek karınız İstanbul’daki doktorların ulaşım ve konaklama masraflarıdır. Ancak İstanbul’daki oteller ve yemek fiyatları bu avantajı ortadan kaldıracak kadar pahalıdır. Dahası birkaç bin kişilik ve çok sayıda salon gerektiren kongreleri karşılayacak merkezlerin sayısı İstanbul’da üçü geçmezken, Antalya’da beş altı bin kişilik tesisler bile mevcuttur. Dolayısıyla İstanbul’da kongre yapmak ulusal değil, uluslararası organizasyonlar için çekicidir. Bu sayede hem İstanbul’un zengin tarihi, büyüleyici güzelliği tanıtılır, hem de ekonomik girdi elde edilir. Ama herkesin duymak istediği şeyi, Antalya’nın deniz ve güneş imkanını da yadsımayalım. İmkanların bunca kısıtlı olduğu bir ülkede kongrelerin hem bilimsel etkinlik hem de (eklenen küçük farkı ödeyerek ailecek) kısa süreli dinlenme imkanı sunması göz ardı edilemeyecek bir fırsattır ve hatta şanstır.
Bütün tartışmaların çıkış noktası aslında şu sorunun yanıtlanmasına bağlı. Tıbbın hedefi sağlıklı uzun bir yaşamdır. Ne var ki doğanın yasası da yaşam, hastalık ve ölüm üzerine kuruludur. O halde hastalıkları ya yaşamın ve yaşlanma sürecinin doğal sonucu olarak kabulleniriz ya da mücadele edip sağlığı korumaya çalışırız. Birinci öneriyi seçip, yaşam tarzı değişikliği gibi koşulları yerine getirip, tefekkür içinde oturacaksanız sorun yok. Ama hedef uzun ve sağlıklı bir yaşamsa “yaşam tarzı değişikliklerinden fazlasını” yapmanız gerekiyor.