Geçen haftanın sön cümlesi aslında bugünün özetidir: Zaman içinde çalışılarak kazanılan bile, çalışmaya tenezzül etmeyen herkesin iştahını kabartır, bunun “bekleme yapmadan” elde edilmesinin en kolay yolu siyasi güçle yön değiştirmesidir. Bu yaklaşımın vücut bulduğu coğrafya ne yazık ki bizim bölgemiz ve çevresidir. Doğu’nun günümüzde kaybettiği felsefesinin Batı’dan en büyük farkı olasılıkla budur. Batı’da da zenginler siyasilerle yan yana gelerek ticari imtiyaz elde etmek isterler, hatta ederler de.
Ancak Batı’da siyasiler suyun akış yönünü değiştirerek kısa sürede para transferi sağlayamazlar, çünkü orada en “aşağılatıcı” kabul edilen suç devletin imkanlarının şahsi menfaatler için kullanılmasıdır. Haberlerden öğrendiğimiz, çoğu istifa için birkaç yüz dolarlık usulsüzlük yeterlidir. Bu coğrafyada ise bunlar sözü bile edilemeyecek kadar doğal durumlardır. Çok pahalı bir restorana özel ilişkisi nedeniyle gidilip parası devlet kaynaklarına ödetilebilir. Örtülü ödenek denen bir kavram söz konusudur, hesabı sorulmaz, bu kaynak kullanılarak şahsi lüks harcamaların karşılanması da genellikle kimsenin umurunda olmaz. Bal tutan parmağını yalar…
Para transferinin mekanizmaları
Buna karşılık devlet kademelerinin çoğunu işgal eden, daha doğrusu çeşmenin başında bulunulan her yerde suyun yönünü değiştirmek usuldendir. Bir belediye mesela konser verilecekse kendini desteklediğini bildiği sanatçıya havale eder. Ama burada esas kazanç aracıya, dolaylı olarak da işi havale edene kalır. Sanatçı bir miktar alacaksa, ödenek beş miktar olarak çıkarılır, dolayısıyla ispat gerektirecek bir durum olmayacaktır; alan gerçek ya da sanal rakamı zaten açıklamaz. Bu örnek rakamın çok küçük olduğu durumlardan biridir, ama otoyol, köprü, hastane ihaleleri de söz konusudur; o zaman rakam çok yükselir. Bu kadar büyük rakamların karşılık almadan ödenmesi bizim coğrafyada mümkün olmaz, mutlaka bir pay alınacak, işin muhatabı “kucağa oturduğunda” isteneni pazarlıksız yapacaktır.
Sermaye transferinin son aşaması her iktidarın kendi zenginini yaratmasıdır. “”Kendi zengini” kavramı günümüze ait bir sorun değildir, eskiden de vardır. Geçen hafta dediğimiz gibi, üçüncü kuşak zenginler, ikinci kuşaktan alınan imtiyazlarla oluşur; başlangıç aşaması karşılıklı güvenle tesis edilir, üçüncü kuşak da ikincinin beklentilerinin dışına çıkmaz. Yani bir araba imal ediyorsa, tutup “ben de kendi modelimi ürettim demez”, diyemez. Ancak bu kişiler siyasi yapı değiştiğinde de eski tutumlarını korur; bu durumda akmakta olan paranın yön değiştirmesini, kendi zenginini yaratmak o kadar kolay değildir.
Yaratılmış zenginlerin harcama açmazı
En geçerli yöntem davete tabi, aslında adrese teslim ihalelerdir; büyük miktarda servet bu şekilde kolaylıkla transfer olur. Bu yaklaşımın en yaralayıcı tarafı eski iyilerin yeni zengin adaylarının yolunu açmak amacıyla tamamen işlev dışı bırakılmalarıdır. Dünün devasa şirketlerinin bugün sadece yurtdışı ihaleleri alabiliyor olmaları şaşırtıcı değildir. Yeni zenginler böylelikle üç beş yıl içinde palazlanır, yerli teknolojinin yetmediği durumlarda da bir yerli ortak bulunarak mesafe kaydedilir.
Ortaya çıkan sermaye kendini yaratanı desteklemesi gerektiği mantığını çoktan kurmuştur. Bunların küçük bir kısmı gerçekten isabetli girişimlerle kazancı hak eder, mesela havacılık ve savunma sektöründeki “buluş ve marifetlerle” mevcut siyasi güce prestij katar. Geri kalan ise kısa sürede edindiği zenginliğin sarhoşudur. Görmemişin zenginliği hiç binilmeyecek yatlar almak ya da pudra şekerine dadanmakla sonuçlanır.