Geçen yazılara ilave bu son irdeleme “ortam koşullarının” neden bu kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulamayı amaçlıyor. Bizim içinde yaşadığımız biyolojik sistem de dahil olmak üzere bütün varlıklar bir ortam içerisinde bulunur. Hatta düşüncelerimiz ve kişiliğimiz gibi soyut kavramlar bile bir ortam içerisinde şekillenir. Oysa biz özellikle geçmişi ya da bugünü değerlendirirken elimizde bulunan somut verilere bakarız. Örneğin fosil bulguları canlıların belli formlardan geçerek bugünkü biçimlerini aldığını düşündürür ki, bu Darwin’in evrim teorisinin esasıdır; “canlılar içerisinde koşullara en uygun olanlar hayatta kalır ve seçilir” der. Ne var ki Darwin bu görüşü açıklarken ortam koşullarının ne olduğu konusunda bir açıklamada bulunmaz, “çevre” doğal seçilimin ana etkeni görünse de, ortam koşullarının canlının formu üzerinde bir değişiklik yapıp yapamayacağı sorusu karşılıksız kalır. Bugüne dek olan araştırmalar da ortam koşulları olarak genellikle bizim “normal koşullar” olarak tanımladığımız “deniz seviyesi basıncı, 24 derece vb.” gibi değerleri dikkate alır. Oysa çok çok eski geçmiş dönemlerin ortam koşulları bugünden farklıdır, havanın bileşimi, bileşenlerin kısmi basınçları sadece tahmin edilebilir. Dahası bu koşulların taklit edilmesi pek mümkün olmadığı gibi, aslında Stanley-Miller deneyi gibi (canlılığın başlangıcını araştıran) özel çalışmalar dışında pek de araştırma alanı bulmamışlardır.
Günümüz çalışmaları da kısıtlıdır
Ortam koşullarının kolay saptanamamasının bir nedeni kuşkusuz gerçekleştikleri tarihin çok eski olmasıdır. Bugünkü coğrafi ya da biyolojik özellikler eskinin ortam koşulları konusunda bir bilgi vermezler. Ama bir diğer kısıtlılık ise gözlem süresinin çok uzun olmasını gerektirmesidir, çok yavaş değişen ortam koşulları binlerce yılda bile anlaşılamayabilirler, dolayısıyla araştırılmaları çok zordur. Bugünkü biyolojik çeşitliliği açıklarken kullandığımız kavramlar çok kısa zaman kesitlerindeki farklılıkları ya da coğrafi dağılımın canlıyı nasıl şekillendirdiğini araştırır. Burada da yöntem doğadan toplanmış canlı örneklerin hayvanat bahçeleri gibi yapay ortamda yaşayanlarla kıyaslanmasıdır. Canlıların farklı koşullara adaptasyon yetenekleri bu şekilde bir yere kadar araştırılabilir, daha fazlası yine mümkün olmaz. Aşağıda kaynak olarak verilen derleme de coğrafi koşulların canlılarda yarattığı fizyolojik (yaşamsal işlevler) değişiklikleri incelemiştir. Ortam kuşkusuz canlılarda bir takım değişikliklere neden olur, ama anlatılanlar çok derin farklılıklara işaret etmediği gibi, canlının uyum becerisini doğrular görünmektedir.
Ortamı dikkate almayan test sistemleri yanıltıcıdır
Bu anlamda baktığınızda bizim hücre kültürü olarak adlandırdığımız araştırma biçimi bile kültür kabininin bulunduğu odayı esas alır, oysa hücreler vücut içerisinde 120/80 mm civa olarak belirlediğimiz (norm aldığımız) kan basıncı koşullarında işlev görürler. Oysa bir hücrenin doğal koşullarından en ufak sapmasının bile “heat shock proteinleri” (sıcaklık şoku proteinleri) gibi maddelerin yapımını uyardığı çok iyi bilinmektedir. Bu nedenle insan vücudundan alınan örneklerin bambaşka bir kültür ortamında araştırılmalarının sonuçları (bilimsel mecra bunlarla doludur) aslında tartışmalıdır. Benzer durum hücrenin vücut içerisindeki yaşadığı ortamın dışlanması için de geçerlidir. Çoğu hücre aslında “kök formundan” ortam sayesinde değişik işlev gören nihai biçimine dönüşür. Dolayısıyla hücreyi etrafındaki yapıyı ortadan kaldırıp serbestleştiren işlemlerden geçirdiğinizde (mesela tripsin denen proteinleri yıkan enzimle muamele etmek) artık aynı koşullarda olmayacaktır. Bu bir kanser hücresiyse, üzerinde kemoterapi ilaçlarının etkisini denemek, enfeksiyon hastalıklarındaki bakterilerin antibiyotik duyarlılığını saptanmak için kullanılan antibiyogram gibi bir tetkik yapmak, geçerliliğini yitirecektir. Hatta aynı durum genetik profil çıkarılırken de geçerlidir. Genetik profilin çıkarılmasına yönelik test kitleri hücrenin DNA’sını esas alırlar. Oysa yukarıda sözünü ettiğimiz derlemede, ki yayınlanma yılı 1991’dir, canlıların farklı tuz konsantrasyonlarına bile genetik mekanizmalarla adapte olabileceğini göstermektedir. O halde kanser dokusunun genetiğinin saptanması hastanın geleceği açısından kısıtlı bilgi verecektir.
Sonunda dönüp dolaşıp geldiğimiz yer aynıdır, daha fazlasını söylemek için bilinenin yeniden gözden geçirilmesine ve bilgi zemininde “cesur” bir analize gereksinim vardır. Nitekim Einstein’ın sözüdür, “hayal etmek bilmekten daha önemlidir” ve “bir düşünce başta saçma görünmüyorsa ondan yeni bir şey çıkmaz”.
Kaynak: Garland Jr K, Adolph SC. Physiological differentiation of vertebrate populations. Annu Rev Ecol Syst 1991; 22: 193-228.