Eminim tarikat çemberindeki cinayet konusunu duymayanınız kalmamıştır. Fatih’teki bir tarikatın üyelerinden birinin, namaz sırasında cemaatin önde gelenlerinden birini öldürmesinin ardından, kendisi de linç edildi. Olay polis kayıtlarına “intihar” olarak geçilmeye çalışıldıysa da, Adli Tıp Kurumu’nun raporu ölüm nedeninin darp (linç) olduğunu doğruladı ki, tartışmanın çok boyutlu hale gelmesi de bundandır. Olayın merkezindeki yanıtlanması gereken soru “bir insan bir insanı neden öldürür”dür, ama cinayet Tanrı’ya ibadeti bir yaşam biçimi olarak algılamış inanış modelinde gerçekleşince, dahası resmen örtbas edilmeye çalışılınca sorulması gereken sorular birden fazla oluyor. İşin kötü yanı bu bizim yaşadığımız şehrin içerisinde bir yerlerde olan gerçekleşiyor, yani bize mal oluyor.
Bilmem Fatih’ten yolunuz geçer mi? Fatih semtinin bazı sokakları “kurtarılmış bölge” tanımına uyacak bir İslami örgütlenme içerisindedir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanunun uğramadığı bu bölgede, o yaşam modelinin dışındakilerin bulunması bile hoş karşılanmazken, örneğin Ramazan ayı içerisinde sokakta bir şey yenilmesi, içilmesi mümkün değildir. Oysa ibadet temelinde değerlendirdiğinizde İslam (Kuran) hoşgörü üzerine kuruludur. İnanmak kişi ve Tanrı arasındaki anlaşmadır, İslam’ın kelime anlamı da “teslim olmak”tır. Bunun baskı yoluyla yaygınlaştırılması ise dinin kendisine aykırıdır.
İnsanlar inançlarında kuşkusuz özgürdür, kimi kez bunu bir yaşam modeli olarak bile benimseyebilirler, hatta Batı’da çok daha tutucu mezhepler de oluşmuştur. Ancak yaşamımızın sınırlarını belirlemek, aramızdaki olası anlaşmazlıkları çözmek için hukuka gereksinim duyarız. Hukuk hakların korunması için gereklidir, daha önemlisi sorunların çözümünde bir referans sistemidir. İster bizim kabul etmiş ama bir türlü benimseyememiş olduğumuz İsviçre hukuku (Roma hukuku diye genelleştirmek de olabilir) olsun, isterse İslam hukuku olarak uygulayın, kurallar değişse de işleyiş değişmez. Hukuk haklının haksızdan ayrılmasını ve kanıtlanmış suça verilecek cezanın belirlenmesini olanaklı kılan ölçüm kıstasıdır. Dolayısıyla İslam’ı yaşam felsefesi olarak seçmiş bir topluluğun da hukuka ihtiyacı vardır. Tarikatın önde gelenlerinden birinin herkesin gözleri önde öldürülmesi sonrasında ise hukuka çok daha fazla gerek duyulur. Tarikatın hukukunun olmaması ve kafalarında biçtikleri cezayı linçle yerine getirmeleri sorunu inanç sisteminden çıkarıp “yobazlık” aşamasına taşır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günlerden beri bu tür vakalara aşinadır. Bugün tarikat üyesini linçle cezalandırmayı seçen düşünce yapısı, zamanında Kubilay’ın kanını dökmekte de fazlaca tereddüt etmemiştir. Bu nedenle tarikatın kendi içinden çıkmış bir katili linç etmeleri aslında laik Cumhuriyet’e olan bir infaz girişimidir ki, yani yine bize mal oluyor.
Gelelim bu duruma laik Türkiye Cumhuriyeti’nin polisinin nasıl yaklaştığına. Ortada buz gibi bir linç söz konusuyken ve çok değil bir gün içerisindeki otopside bu durum bütün açıklığıyla ortaya çıkarken, polisin katilin katlini “intihar” olarak raporlandırması olayın kendisinden daha fazla korkutucudur. Bu raporu aklı başında olan hiçbir emniyet görevlisi vermez ki, polisimizin böyle bir aymazlık içinde olabileceğine inanmıyorum. Bu durumda ya tarikat hem de yüksek noktalardan polisin içine sızmıştır, ya da devlet içerisinden dolaylı yollarla polise uzanmaktadır. Bu cinayetler dizisinin şiddetle araştırılması gereken yönü de budur. Zira polis teşkilatının zan altında kalması söz konusudur, zaten zedelenmiş olan saygınlığın bir türlü yerinme teslim edilememesinin nedenlerinden biridir.
Ben çocukken kendi kendime düşünürdüm, bir gün kaybolsam ya da başım sıkışsa göğsümü gere gere “polis amca”ya gidebileceğime inanırdım. Polis amca beni dinleyecek, ailemi bulacak ve teslim edecek saygın bir kişiydi benim için, bir Yeşilçam yanılsaması mıydı, bilemiyorum. Ama bugün düşürüldüğü noktada polis amca “aynasız”ı temsil etmekte. Tıpkı hukuk gibi, polis amca da referans olabilecek biri değil. Hukukun üstün olmadığı, ceza çekmesi gerekenlerin de afla salındığı (son Rahşan affını hatırlayın lütfen) bir ülkede, hukukun üstünlüğünü nasıl kabul ettiremezseniz, polisin referans (tarafsız otorite) kimliğini de kuramazsınız. Tarikat bugün kendi içerisinden çıkmış katili katlederek sorunu çözmeye çalışır (yargının bu sonuca varamayacağından ve cezanın hemen infazının gerekliliğinden kesinlikle emindir). Beri yanda polis de zaten tepeden karışıldığı için işini yapamamaktadır. Bu kafa yapısı kimi zaman “asmasaydık da beslese miydik” şeklinde kendini gösterir, kimi zaman “kader mağdurlarına af” olarak tezahür eder, kimi zaman da “linçe güzelleme”ye dönüşür. Bütün bunlar biriktiğinde ise demokratik rejimin köküne kibrit suyu dökülür, yani mesele yine bize mal olur.
Bakın şimdi görün yargılama aşamasında neler olacak. Buz gibi linç olduğunu söyleyen rapora rağmen hiç kimse “bir şey görüp işitmediğinden”, kazaen ölüm olduğu sonucuna varılacak. Nasıl olsa tarikat kendi sorununu kendi sınırları içinde çözdü ya, linç edilenin ailesi bile “kaza”dan şikayetçi olmayacak. Polisin verdiği acemice rapor sumen altı edilecek. Dökülen kanlar abdest alırken yıkanacak, konu Allah’a havale edilecek. Bu yaklaşım üzerine hatalı bir din yorumunu belki oturtabilirsiniz, ama bizim için dünyevi ve vazgeçilmez olanı, yani temelleri sağlam laik ve demokratik bir devlet yapısını kuramazsınız.