Toplum başta tıp olmak üzere biyolojik bilimleri “pozitif bilim” kapsamında kabul etmek eğilimindedir. İşin kötüsü bu düşünceye en çok da doktorlar inanır. Oysa tıp pozitif bilim olmanın başlıca gereksinimi olan “tekrarlanabilir olmaktan” hayli uzaktır. Örneğin hastalıkların tedavisinde bir yaklaşım (cerrahiyi bir kenara koyacak olursanız) her zaman aynı sonucu vermez. Mesele kanser olduğunda patologların “aynı” tanı grubuna soktukları hastaların hepsi benzer seyretmez. Hatta aynı kişi aynı tedaviye iki farklı zamanda aynı yanıtı vermez, bir keresinde işe yarayan diğerinde yaramayabilir.
Tıbbın pozitif bilim olmama hali ise “plasebo etkisi” söz konusu olduğunda doruğa ulaşır. Plasebo içinde etken madde bulunmadığı bilinen ilaç taklitleridir. Dış görünüm olarak ayırt edilemediklerinden “ağrı kesici etki, depresyon giderici etki vb.” sübjektif, yani hasta tarafından değerlendirilen kavramların geçerliliğinin sınanmasında kullanılır. Kişinin haleti ruhiyesine göre değişebilen durumlardaki başarı, ancak ilacın plaseboya, yani yalancı ilaca üstün olması durumunda anlam kazanır. Buna karşılık kişiye verilenin plasebo olduğu doğrudan söylense bile, kişi bu ilaç taklidinden de fayda görebilir. Velhasıl tıp pozitif bilim değildir.
Tıbbın pozitif bilim olduğuna en çok doktorlar inanır
Belki de bu nedenle, algı / kanaat oluşumu tıpta diğer bilimlerden daha fazla önem ve geçerlilik taşır. Doktorların okuyup diploma sahibi olmaları bu durumu değiştirmez. Bilgiler genellikle bir öncekiler tarafından doğrudan aktarılır ve sorgulanmadan kabul edilir. Her disiplin kendini ortaya koyarken, anlattıklarını tekrarlayabilenleri veliaht olarak seçer. Bunun doğal sonucu bir varsayım bilgi olarak empoze edildiğinde, hele hele bir kuşak bundan etkilenmişse, artık tartışılması pek mümkün olmayan (dogmatik) kanaati oluşturur. Öğrenci hoca kademesine erişmiş birine zaten itiraz edemez, itiraz edebilecekler daha eğitimin başında ekarte edilir, kongreler geçerli kanaat zemininde toplanır, dolayısıyla kanaat hakim hale gelir.
Tıpta bir şekilde yerleşmiş kalmış düşünceler tahmin edilenden çok daha fazladır. Kanserin eninde sonunda yayılıp patlayacağı, zararsız benlerin melanom denen saldırgan biçime dönüşeceği, çok et yemenin zekayı güçlendireceği gibi düşünceler önceki yerleştirilmiş algı / kanaat kalıplarının devamıdır. Bu elbette hazır mamaların evde hazırlanan bebek çorbalarından daha besleyici olduğu, CRP yükselmesinin illaki enfeksiyona işaret ettiği için antibiyotik tedavisi gerektirdiği, kolesterolün damarı tıkadığı gibi düşünceler için de geçerlidir. Günümüzde algı / kanaat toplumun ortak hafızasından şekillenmez, bilakis şekillendirilir. Şekillendirme işlemi doğrudan ya da dolaylı olarak reklamlar, diziler gibi günlük yaşamın içerisinde ortaya çıkar: “Beyaz temizdir, beyaz gömlekli adam sözüne güvenilir olandır, bulaşık makinesinin borusu yağ nedeniyle kirlidir, kolesterol de damarı tıkayan yağdır, boru da damar da tıkanmaya eğilimlidir…” Doğrusu dizilerin reklamların arasına serpiştirilir hale geldiği son on yıldan beri tıp bile dizilerin etkisindedir.
Statüko varsa tartışma şansı yoktur
Ama en ilginç olanı tıpla ilgili dizilere halktan çok doktorların inanır olmalarıdır. Vereceğim örneklerin hepsi de yaşanmış hikayelerdir; göz naklinin göz küresi nakli olduğunun sanılması (aslında nakledilen öndeki saydam kornea tabakasıdır), DNA hedeflenerek her türlü kanserin tedavi edilebileceği, kişiye özel ilaç yapmanın mümkün olduğu, kök hücre tedavisinin olası en iyi tedavi seçeneği olduğu gibi görüşlere en çok doktorlar inanır. Bunun doğal sonucu olarak hastaların ölüm nedenleri neredeyse istisnasız “kalp ve solunum durmasıdır”. Tıbbın bir şekilde doğrudan ya da dolaylı yerleştirilmiş algı / kanaat yanılsamasından kurtulması özellikle zordur, geçerli düşünce zemininde toplanan kongreler yeni bir düşünce biçimini tartışmaya yanaşmazlar. İşte statükoyu korumaya yönelik bu saplantı gerçek bir sorundur.