Bundan yıllar önce bize Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ilkeleri öğretilmişti, bu ilkeler hani son günlerde Prof. Dr. Zafer Üskül’ün tartışmaya açtığı sözüm ona ideolojik ilkeler, yani Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devrimcilik, Milliyetçilik, Devletçilik olarak bildiğimiz Atatürk ilkeleri. Okuduğum lisenin duvarına çerçevelenip asılan bu ilkelerden herhangi birinin tartışma konusu olabileceğine inanmıyorum. Peki neden?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulmuştur. Atatürk bu kuruluşun tümünde, “cepheden (canından) meclise” dek bizatihi bulunmuştur. Daha ileri gideyim, koyduğu ilkeler yerel, bölgesel, hatta ülkesel değil, evrenseldir. Bugün hangi anayasayı açıp bakarsanız bakın, “ilkelerin kökleri”nin (temeli) ve gövdeyi oluşturduğunu görürsünüz. Dalları gereksinimlerinize ve koşullara göre budayıp geliştirirsiniz, hatta aşılama yoluyla yeni sürgünlere de olanak tanıyabilirsiniz, ancak kökler ve gövde aynı kalır, bu nedenle Atatürkçülük (ama bilinçten yoksun Kemalizm değil) asgari (temel) buluşma noktasıdır. .
Ne var ki demokrasi, yani toplumun kendi kendini yönetmesi, dahası bunu uzun soluklu bir planlama ile yapması “var oluşuna” ait bilinciyle ilişkilidir. “Toplumsal bilinç” tanımımı vatandaşların oy hakkını kullanarak birilerini bir yere seçmesi olarak algılamayın lütfen. Elbette birileri bir yerlere seçilir, bunlara o hak demokratik bir cumhuriyet yapısı ile sunulur. Bu yapı ülkemize de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusuna olan inancı sayesinde sunulmuştur. Lakin demokrasiyle yönetilen toplumlara baktığınızda, bu sürecin halk tarafından kazanıldığını (yani halk devrimiyle) elde edildiğini görürsünüz. Bunun beşiği olan Fransa demokratik rejimi krallığa karşı bir devrim yaparak kazanmıştır. Atatürk ise, Kurtuluş Savaşı’nı topyekun kazanmamızın ardından kimsenin telaffuz etmeye bile yeltenemeyeceği bir koşulda, ülkeye Cumhuriyet’i ve demokratik yönetimi sunmuştur. Muktedirliğinin doruğu olan bu sunu, Kurtuluş Savaşı gibi bir destanın “onu kazananların” başına taçlandırılmasıdır.
Ancak bu destansı, yani “muhteşem” süreçte bir eksik bulunmaktadır, o da ulusal bilinçle ilişkili çaba ve zaman faktörüdür. Ulusal bilinç, bireysel bilinç gibi, kısa sürede gerçekleşebilir bir durum değildir. Bilincin gelişiminin birkaç bileşeni vardır, bunlardan ilki ve başlıcası elbette bilgidir, bilgi önünüze engin ufuklar açar. Ancak derinlemesine olmadığı sürece bilgi de size ileriye yönelik bir öngörü olanağı sunamaz, var olan durumla kısıtlanır. Bilincin diğer bileşenleri farkındalıktır (geleceğe yönelik tahmin, yani projeksiyon gücü), ancak farkındalık da bilgiyle ilişkilidir. Ne kadar çok bilirseniz (farkındalık), geleceğe yönelik tahmin gücünüz artar, siz de bugününüzü ve yakın geleceğinizi buna göre planlayabilirisiniz. Bilincin son bileşeni ise inançtır, inancı istediğiniz her şekilde adlandırabilirsiniz, kendinize inanç, ulusunuza inanç, Allah’a (tanrınıza) inanç, adını siz koyun, bilinç inançsız oluşamaz.
Basit bir örnekle açıklamaya çalışayım, diyelim ki biz fındık üreticisiyiz, birinci dereceden bilgide (bilincin birinci dereceden bileşeni) bizi bu yılki ürün ve alacağımız taban fiyat ilgilendirir. Cebimize koyacağımız paraya bakarız. Lakin gelecek üç yıl için değerlendirmelerimiz bu bilgi düzeyiyle hallolmaz, yani daha fazla fındık fidanı dikip dikmemek konusunda bir öngörümüz olamaz. Daha fazla bilgi sahibi olduğumuzda ise rakip ülkeleri (örneğin geçen yıl binlerce fındık fidanı diken AB üyesi İtalya’yı) kıstas almamız gerekir. Bizim fındıkta on yıl daha hüküm sürüp süremeyeceğimiz, alternatif olarak ne ekeceğimiz, bütün bu bilgilerin toplamına (farkındalık) bağlıdır. Farkındalık halinin son bileşeni “her ahval ve şerait de olsa bunu gerçekleştiriyor inancını taşımamızdır.
Türkiye Cumhuriyeti olarak bize sunulan demokrasiyi bilinçle ilişkilendirecek olursak, en büyük bileşeni inançtır. Kendini yokluktan var etmiş bir devlet, geleceği için bu inançla yola çıktı. 1923 yılında toplam 4894 ilkokul, 72 ortaokul ve 23 lise var. 1927’de okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 10.7, kadınların okuryazarlığı ise yüzde 4.8 idi. Üstelik benzeri olmayan bir şekilde okumayı son derece kolaylaştıran ve bizi dünyaya entegre eden Latin alfabesi kabul edildi (cep telefonlarınıza bakın). 1935’te (Atatürk’ün ölümünün üç yıl öncesine vardığımızda) okur yazarlık yüzde 20.4 (iki katı), 1945’te yüzde 30.2 (üç kat), 1950’de yüzde 34.6 idi. Bununla yetinilmedi, eğitim halk okulları açılarak erişkinlere eriştirildi (benim anneannem de orada öğrendi), Köy Enstitüleri kurularak köylünün de eğitimden doğrudan ve dolaylı fayda sağlaması amacı gerçekleştirildi.
Ne var ki, Köy Enstitüleri 1954’te kapandı, 1999-2000 ders yılı itibarıyla bakıldığında ilkokula gidenlerin oranı yüzde 83.9, okuryazarlık ise yüzde 85’te kaldı (bilincin diğer bileşenlerini saymıyorum, okur yazarlar üzerindeki “medya-magazin” etkisinden de lütfen arındırın). Şimdi başlangıçta elde edilen ivmeye dikkate alın, bir de sonrasına bakın. Sonra Kitap’ı “anlayarak” okuyanların yüzdesini düşünün. Bilinç halinin ne olduğuyla ilişkili durumu kendi dağarcığınızla değerlendirin.
Demokrasi “bilinçli olma” halidir, bunu gerçekleştiremezseniz ya bölünürsünüz, ya askeri darbe altında ezilirsiniz ya da “muz cumhuriyeti” olursunuz. Birileri götürür siz de kalanla yerinir, avunmaya, mutlu olmaya çalışırsınız. Vardığımız bu noktada artık irdelenmesi gerekenin Atatürk İlkeleri olduğu önerisiyle karşı karşıyayız. 1950’nin de ilk uygulamalarından biri ezanın yeniden Arapçalaştırılması (anlaşılamaz bir dile, bilinçsizliğe büründürülmesi) olmuştu. Dahası CHP ve Baykal sayesinde Atatürkçülük, militarizmle (ordu şakşakçılığıyla) özdeşleştirilir hale geldi. Oysa Gazi, o ihtişamlı Osmanlı İmparatorluğu’nun ümmetinden, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaratmak gayesiyle yola çıkmıştı.
Bundan sonrası bir beş yıl daha AKP yönetimi olacak, 22 Temmuz seçimlerindeki başarılarından ötürü içtenlikle kutluyorum. Ne var ki “yapısal reformlar” dedikleri Cumhuriyet inancının yarattığı değerleri (devlet arazileri, Ziraat Bankası, Fırat ve Dicle gibi varlıkları özelleştirmek, üstelik yerine istihdam yaratacak yatırımlarda bulunmamak), Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek (yukarıda anlatmaya çalıştığım) ilkelerinin altını ısıtmak, sürdürülebilir uzun vadeli politikalar üretmek yerine, “kısıtlı bilinç halinden demokrasi adına faydalanmaya” çalışmaksa “bu benim inancımla bağdaşmaz”. Demokrasi birinci düzeyden bir bilincin ifadesi ise (hacısı, hocası, doçenti, profesörü dahildir, bilinç “titrden” muaftır), “demokratik çerçevede” saygım yine de sonsuz. Demek ki daha yapacak çok şeyimiz var. yaz sıcağında yazlıklara çekilmemek, seçim sandığına gelmek için partinin otobüs tutmasını “küfür” saymak, çevremizde yaşayan herkesin sıkıntısına kulak kabartmak (AKP’nin bugünkü başarısıdır) , öğretmek ve eğitmek, yani demokrasi bilincinin bir parçası olmak gibi.