Avrupa ilaç sektörünü yakından tanımak ve Avrupa Birliği’nin ilaçla ilgili düzenlemelerini görmek amacıyla Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği’nin (AİFD) davetlisi olarak Brüksel’deyiz. İlgimiz her ne kadar ilaç üzerine yoğunlaşsa da, Avrupa’yı bir de Brüksel cephesinden görüyor olmanın kuşkusuz başka getirileri de bulunmakta. Aslında topluluğun merkezi olması nedeniyle Brüksel farklı bir yere oturmakta. Bir yanda topluluğun merkezi olması nedeniyle Avrupa kültürüyle bağdaşık bir öneme sahip, ancak boş sokaklardaki ilk önemli izlenimimiz hareketli bir sosyal yaşamın eksikliği değil aslında, Avrupa’nın kendi geleceği için bir itici güce sahip olmadığı. Bu itici gücü sadece insan potansiyeli ya da ekonomiyi güçlendirecek yeni dinamikler oluşturmuyor, bu güç Avrupa’yı ileriye taşıyacak genç ve yaratıcı düşünceler.
Konumuz ilaç olunca yine de ilaçtan örnek vererek açıklamaya çalışacağım, ilaç alanında en önemli unsur geleceğe yönelik yeni ilaçların geliştirilebilmesi, biz buna ilaçta Ar-Ge adını veriyoruz. Lakin yeni ilaç geliştirilmesi konusunda neredeyiz diye bakıldığında, dünya çapındaki öncülüğün Amerika lehine geliştiğini görüyoruz. Amerika bugün için geliştirilen yeni ilaçların çok büyük bir kısmında söz sahibi. Bunu bütün sanayi alanlarındaki yeni patentlere genellediğimizde de durum çok farklı değil, hatta fark daha da açılıyor. Bunun sonucu olarak ister istemez azar hakimiyeti de yükseliyor. Amerika bu gücünü elbette sadece kendi kaynaklarından sağlamıyor, siz ister emperyalist deyin, isterseniz kurnaz, gerek ulusal araştırma merkezleri olsun gerekse Amerikan kökenli çok uluslu şirketler, insan kaynaklarını bütün dünyadan yaratmakta. Bugün Amerikan iş gücüne baktığınızda, Hindistan, Kore, Japonya başta olmak üzere kaynakları ne olursa olsun bütün ülkelerden düşünce geliştirme açısından parlak insanları bünyesine toplamakta. Bu temel yaklaşım henüz Avrupa’nın boy ölçüşebileceği düzeyde değil, dahası Avrupa’dan da Amerika’ya beyin göçü bulunmakta ve yerine koyabilecekleri insan kaynağı nüfus yapıları gereği giderek azalıyor. Avrupa uzayan yaşam süresi ve yaşlanan nüfusunun yerine genç insanları koymakta güçlük çekmekte. Bu kuşkusuz alışverişten tutun, eğlenceye kadar her alana yansımakta, ama daha önemlisi sürücü bir güç yani güdüm eksikliğine neden olmakta.
Yaratıcı düşüncenin dünyadaki gelişimini irdelediğinizde, kaynağın daha çok Doğu olduğunu göreceksiniz, Doğu kültürü bütün dünya için, nereden geldiğini burada tartışmayacağımız yeni esin kaynağını oluşturmakta. Ancak Türkiye açısından değerlendirdiğinizde sahip olduğu Doğu kaynaklı kültürün yanı sıra daha iyi bir kaynağı daha var ki o da Akdeniz’den gelen sıcak etki. Türkler bu iki öğeyi ister istemez doğal olarak yapılarında barındırmaktalar. Çoğu kez “Sülün Osman” yaratıcılığına atfedilse de, bu farklı algı bileşeninin ve beri yanda hayat enerjisi yüksek “star parıltısına sahip” girişimci ruhun başarıya ulaşmak için tek bir eksiği bulunmakta, o da layık olduğu ve yoğrulması gerektiği eğitim.
İşte aslında Türkiye’nin Avrupa’ya olan ihtiyacının ötesinde Avrupa’nın da Türkiye’ye sürücü güç olarak çok açık ve ciddi ihtiyacı bulunmakta. Brüksel’in bu boş sokakları ve akşamın dokuzunun ötesine geçmeyen yaşam enerjisine karışacak çok değil birkaç bin kişilik genç Türk enerjisi, geleceğe yönelik pek çok girişimin yeni güdümü olacak, Avrupa’nın yaşam algısını ve beklentilerini değiştirecek çok önemli bir potansiyeli harmanlayacak. Buradaki dostlarımızın ortak yorumu birliğin Türkiye’yi kabul edeceği yönünde, uyumda hedeflenen en önemli şey ise gündelik yaşamı belirleyen kurallarda aynı dünya bakışının yakalanmış olması.
Ancak ortak bir gelecek için star ışıltısı yetmiyor, doğru ve yeterli bir eğitim de gerekiyor. Bu eğitimin önemli bileşenlerinden biri bilgi kuşkusuz birikimi, yani bilimsel eğitim. Ancak Avrupalı olmanın, daha doğrusu modern dünyada yer almanın olmazsa olmaz diğer bileşeni ise temel haklara saygı ve mevzuatın benimsenmesi. Bizim Avrupa’yla bütünleşme sürecinde “uyum” olarak adlandırılan bu düzenlemeler Türkiye için anahtar rol oynar hale gelmekte. Öncelikle uluslar arası anlaşmalar ve düzenlemelerin benimsenmesi söz konusu, yine ilaç örneğinden gidersek fikri mülkiyet hakları, veri koruması, patent sistemi, prosedürlerinin kolaylaştırılması, transparan olmak ve sağlık hizmetlerine ulaşımı kolaylaştırmak. Dolayısıyla Belçika’dan edindiğimiz ilk izlenimler Türkiye’nin yolunun açık olduğunu gösteriyor, yeter ki biz isteyelim.