Uzun süreden beri aklımı kurcalayan önemli sorulardan birini “uygarlığın tanımı” oluşturuyor. Uygarlık (uygar olma hali) denildiği zaman herkesin aklına çok iyi bilindiği sanılan “gelişmişlik hali” gelse de, uygarlık tanımını yapmak gerçekten çok güç görünmekte. Bizim sıradan bakış açımızdan değerlendirdiğimizde uygarlık daha çok teknolojik ve bir yere kadar da kültürel gelişmeyle ilişkilendiriliyor. Oysa teknolojik gelişmişlik uygarlığın değil tanımı, bir bileşeni bile olmaktan çok uzakta. Alabildiğine yüksek ve bilgisayarlarla donatılmış binalar, görüntüyü bile aktarmaya muktedir telefonlar, internet ortamının sunduğu akıl almaz seçeneklerin hiçbiri uygarlık kavramını bir ucundan bile olsun ifadelendiremiyor. Bir ülkede faaliyet göstermekte olan tiyatroların sayısı, yıl boyunca basılan ve satılan kitap miktarı, günlük gazetelerin okunma oranları, vatandaşların bildiği ortalama dil sayısı ya da kültür anlamında aklınıza gelebilecek hiçbir şey aslında uygarlık tanımıyla doğrudan bağdaştırılabilir değil. Zaten böyle düşünecek olduğumuzda “bunlara sahip olmayanların uygarlıktan yoksun” olduğu yanılsamasıyla karşılaşıyoruz ki, bırakın bizden çok önceki kuşakları, yakın kuşakların bile daha az uygar olduğu anlamına geliyor; “Hititler olsa olsa barbar kavimlerin devamıydı, Eski Mısır’da uygarlık sadece piramitler kadar yüksekti” demekle eşdeğer bir yanılsama.
Uygarlığın tanımı sorunu aslında yaşadığımız dünyanın materyalist algılarımızla biçimlenmekte olduğunu gerçeğini de bir yere kadar kanıtlıyor. Biz yaşadığımız dünyayı birimler ve ölçümlerle değerlendiriyoruz. Değer yargılarımızın çoğu ölçülebilir miktarlar üzerine kurulu, azlık ve çokluk prensibi, her ne kadar aynı doğru üzerinde birbirine göre tanımlanan iki ayrı noktayı ifade etse de, materyalist tanımlama şeklimizin temelini oluşturuyor. Dinler bile insanların Tanrı inançlarını ve ibadet için yapmaları gerekenleri sayılabilir ölçütlere bağlamışlar, gidilmesi gereken zaman, kılınması gereken rekat, verilmesi gereken fitre ve zekat birimlendirilmiş nicelikler. Kutsal kitaplarda açıklama getirilmemiş, daha doğrusu inanç sahiplerinin gönüllerine bırakılmış olan pek çok kavramın da ulema tarafından materyalist ölçümlenebilir çerçeveye yerleştirildiğini görmek aslında bir hayli umut kırıcı.
Dolayısıyla “gönüllülük ve yapabildiğince” prensibine dayalı bütün yaşadıklarımız da “yeterince”ye indirgeniyor, “yeter ki ileriyi garantiye almak için asgari gereklilik yerine getirilmiş olsun”. Derslerimizi yeterince çalışıyoruz, yani sınıfı geçebilecek kadar, kitaplarımız yeterince okuyoruz, yani okumuyor damgasını yemeyecek kadar, başkalarını yeterince gözetiyoruz, kötü olmamak adına. Her alanda bizden istenenleri yeterli olduğuna inandığımız kadar yapıyoruz. Oysa aslında çoğumuz okumak istemiyoruz, hemen hemen hiçbirimiz çalışmak niyetinde değiliz, çoğumuz istenenleri inanarak ve gönüllükle yerine getirmek amacı da gütmüyoruz. Bize sunulmuş olan materyalist değerlendirme sistemi gerekçelerle ilgilenmiyor, asgari gerekliliğin yerine getirilip getirilmediğini sorguluyor. Yaşamı anlamlandırmadaki eksikliğimiz ise hep arka planda bir yerlerde balçıkla sıvanan güneş gibi sırıtıyor.
Samimiyetle düşünün en son ne zaman yaptığınız bir işten gerçekten tatmin oldunuz, gerçekten büyük bir rahatlama içinde güldünüz, gerçekten dingin olduğunuzu hissettiniz, herhangi bir şeye içtenlikle inandığınızı düşündünüz ve en son ne zaman gerçekten mutlu olduğunuzun farkına vardınız? Bu saydığım üç beş kavramın bile için doldurabileceğimiz cevaplarımız yok. İsteyerek yaptığımız şeyler çok az, inanmamız söylendiği için inanmaya çalışıyoruz, iyiliği savunsak da çoğumuz diğerlerinin kötü olduğunu düşünüyoruz, mutluluk anlık ve daha önemlisi ön şartların gerçekleşmesine bağlı bir duygu durumu haline geldi. Her şeyin birimlerle ve miktarlarla tanımlandığı bir dünyada daha çoğunu istemenin dışında çok az seçenek var; tatmin ve mutluluk duygusu daha çoğunun elde edilmesine endekslenmiş. Olmaması hali hırs, kıskançlık ve öfke ile bilenmiş; var olmasının amacını bir türlü kavrayamayan az çok kayıp bireyleriz büyük kısmımız.
İşte burada bir başlangıç noktası gerekiyor ki ben bunu “şükür hali” olarak tanımlıyorum. Birincisi var olunan nokta için bir tanımlama gerekiyor, “sağlıklı olduğuna şükretmekle” başlıyor bu tanımlama, ama daha genelleştirilecek olduğunda bulunulan noktanın azı ve çoğuna vakıf olmaktan geçiyor, yani yine şükretmeye varıyor. Burada şükür dinsel inanışlar çerçevesinde değil kuşkusuz. Bir nokta tanımlıyoruz, akıp gitmekte olan zaman, birbiri ile çekişmekte olan iyilik ve kötülük, maddi imkanlarla nitelendirilen zenginlik ve yoksulluk (ki her biri bir diğeri içinden çıkmaktadır); bir öncesi ve bir sonrasına göre imkan ve yoksunluk anlamına gelmektedir. Bir yerde bulunulmaktadır ve bir sonrasına göre az olsa da bir öncesine göre ileridedir. Bu var olunan noktaya şükran hissidir. Var olunan noktanın da her boyuttaki tanımıdır, bir yerde başlangıç noktasıdır.
Ve yine gelelim uygarlığın tanımına. Benim anladığım uygarlık var olunan noktanın ve başkalarının da var oldukları noktanın bilinç düzeyinde algılanması halidir. Olup bitenin kesin sınırları olmasa da yollarla, patikalarla, hatlarla ayrımlanabilmesidir. Bir birim olarak bütüne bakabilmek ve vakıf olabilmek durumudur. Bunu gerçekleştirebilenler uygardır, kimi zaman sokakta, kimi zaman konakta, kimi zaman da hiç aklınıza gelmeyen bir noktada rastlarsınız bu kendini bilen insanlara. Bulursanız kıymetini bilin. Materyalin esas olduğu bir yaşamda uygarlık çok sık rastlanabilecek bir durum değildir.