Çin malı granitlerle döşenmeye çalışılan İstanbul sokakları, bünyesi gereği aslında Arnavut kaldırımına alışıktır, asfalta da gelmez, betona da. Ancak inat insanoğluna mahsustur, işin kötü yanı İstanbul Belediyesi de bu inattan fazlasıyla payını almıştır ya, İstiklal Caddesi’ne de Çin graniti döşeme sevdası hem bu inadın, belki beri yanda başka hesapların sonucudur. Bütün cadde bir şantiye haline gelip aylarca süründükten, yapılan işin bir şeye benzemediği anlaşılsa da, tamamlandıktan bir hafta sonra Dr. Mimar Kadir Topbaş da “olmadığını” açıkladı ve baştan döşeneceğini duyurdu. Bundan bir hafta geçmedi ki Galatasaray yeniden kazılmaya başlandı ve ilk oluklu granit örnekleri döşendikten sonra gurur tablosunu ayaklı tabelalardan dehşetle okuduk: “Bu caddede yüzde 100 Türk graniti kullanılmaktadır. “Granitin Türkü mu olur?” diye kendi kendimize içimizden sorsak da sesimizi çıkarmadık. Cadde-i Kebir hak ettiği ihtişamı yüzde 100 Türk granitiyle de bulamadı, ırzına geçilmeye şu sıralarda hala devam ediliyor.
Derken geçtiğimiz aylarda İstanbul’un gündemine nur topu gibi bir proje daha düştü. İstanbul Şehir Hatları’nın vapurları önce İstanbul Deniz Otobüsleri işletmesine devredildi. Bunun hemen sonrasında da vapurların kaldırılacağı, yerlerine deniz otobüslerinin konulacağı açıklandı. Halihazırda çalışan vapurların sadece birkaçı “nostaljik seferlerde” kullanılacaktı. Bugün çalışmakta olan vapurun yarın nesinin nostaljik olacağını kimse anlamasa da, İDO muhteşem projesinde ısrarlı çıkmıştı. Defterdar tipi Haliç’te yapılmış küçük gemiler kamyonlara yüklenerek Van’a gönderildi. Ali İhsan Kalmaz, Kanlıca ve İnkılap adlı gemiler seferden kaldırıldı. Turan Emeksiz gemisi Güzelyalı Belediyesi’ne hediye edildi. Bunların yerine otuz kadar deniz otobüsünün konulacağı, İstanbul deniz ulaşımının böylelikle çağ atlayacağı savunulmaya çalışılırken, evdeki hesaplar da çarşıya uydurulmaya çalışılıyordu. Birincisi satın alınması planlanan deniz otobüsleri çok pahalı ulaşım vasıtalarıydı, bu nedenle olası bilet fiyatı en az dört misline çıkacaktı. İkincisi halihazırda görevini mükemmelen yerine getiren vapurlar 1000-2500 yolcu kapasitesine sahipken, deniz otobüslerinin maksimum kapasitesi 400’dü. Dahası İstanbul şehir ulaşımı içinde saatte 16-18 mil yapan bir vapur fazlasıyla yeterli bir hıza sahipken, 30-35 mil hız yapan deniz otobüsleri kullanmak hem Boğaz ulaşımı hız limitlerine aykırı, hem de fiziksel olarak kullanılabilir değildi. Bütün bunların ötesinde, vapurlarımızın yapımını ve bakımını kendi tersanelerimizde yaparken, deniz otobüslerinin dışarıdan satın alınması, bakımlarının bizim tarafından yaptırılamaması ve iç ulaşımımızda dışa bağımlı hale gelmek ne kadar mantığa uygun olabilirdi? Bütün dünyanın gemi yapımı için Türkiye’yi seçtiği ve tersanelerde sıra beklediği bir zamanda, kadim vapurları emekli etmek, deniz otobüslerini dışarıdan almak hangi inadın ve hesabın ürünüydü?
İstanbul Belediyesi vapurlar konusunda aldığı tepkilere karşı koyabilmek için “demokratik seçim” ile vatandaşların yeni vapur modelini belirlemesi şeklinde biraz suni bir çözüme gitti. Bu aslında ortaya çıkan soruna ve çözümsüzlüğe vatandaşın da ortak edilmesi projesi şeklinde sunuldu. İstanbul teknik üniversitesi’ne hazırlatıldığı söylenen yeni modellerden hangisinin en beğenileni (uygunu diyemiyoruz) olduğuna vatandaşın karar vermesi şeklindeki bu “demokratik” çözümün de nereye varacağı henüz bilinmemekte.
İstanbul’da yaşamak ister istemez bir şehir kültürü ister. İstanbul kültürüne sahip olmak, yaşatmak ve geliştirebilmek herkesin doğuştan sahip olduğu bir ayrıcalık olmadığı gibi, öğrenilebilmesi elbette mümkündür, ancak zordur. Bu kültür tarihten edebiyata, felsefeden sinemaya, İstanbul birikiminin yaşanarak benimsenmesidir. Bunun için alim olmak da gerekmez, doktor olmak da; İstanbullu olmak kolaylaştırabilir, ama İstanbul’da yaşamayı öğrenmiş olmak (yaşamış olmak demiyorum) asgari müşterektir. “Ada vapuru yandan çarklıdır”, “gün olur alıp başını gider”; ama İstanbul denince akla hep o vapurların silueti gelir. Kendi küçük, ama kaptanından çımacısına, çaycısından yolcusuna büyük yürekler taşıyan vapurladır. Yaşlanınca yorulabilirler, eskiyebilirler, ama görevlerini hep layıkıyla ve “gerektiği gibi” yapmışlardır. Rıhtıma çeker dinlendirirsiniz, yerine daha genç evlatlarını yerleştirirsiniz, vapur kültürü İstanbul’un ayrılmaz bir parçasıdır bilirsiniz.
Bu satırları Behiç Ak’ın kaleme aldığı değerlendirmenin ışığında, ama bir İstanbullu olmanın, doğma büyüme Beyoğlulu kalmamın verdiği onurla kaleme aldım. “İstanbul’u lalesiyle buluşturmaya azimli, ulaşım sorununda akılcı çözümler üretmeye meyilli, hatta Miniatürk gibi dünya çapında bir projeyi gerçekleştirmiş bir zihniyet, nasıl olur da Çin graniti ve deniz otobüslerini kendine misyon edinebilir, anlayamadım.
Anlayan varsa lütfen bana da açıklasın.