Geçen hafta değindiğim batının iç yüzeyini ve organların çevresini döşeyen sölom tabakası aslında fazla bilinmeyen bir konudur. Bu bilinmezliğin bir gerekçesi, bu alanda çalışma yapılmasının ahlaki değerlerle bağdaşmaması (insan cenini üzerine araştırma yapmak mümkün değildir), ama beri yandan tıbbın bu konuda araştırma yapmak için bir neden bulamamasıdır. Oysa hayvan ceninlerinin gelişimi konusunda çok miktarda çalışma yapılmıştır. Bu çalışmaların büyük bir kısmı tavuk yumurtasını kapsar. Yumurta “görünürde” bağımsız olduğundan ve mikroskop altında kolay tutulduğundan dokuların gelişimi açısından kapsamlı bilgiler verir. Çünkü dokuların gelişimi memeliler ve diğer canlılarda derin farklılıklar göstermez, ana hatları aynıdır, yeter ki siz bunları doğru yorumlayabilin.
Sölom (sela, cenin kılıfı) adı verilen dokunun ayrıcalığı bütün iç organların kaynağı olmasıdır. Sadece göğüs kafesi içinde bulunan akciğerler değil, karın içerisinde bulunan bütün organlar (bağırsaklar, karaciğer, pankreas, üreme organları) dokular da sölomdan gelişir. Taslak oluşmaya başladığı anda ilk oluşan yine üreme hücreleridir, yani germ önce kendini yeniler. Daha sonra kan hücreleri meydana gelir, kalbin taslağı ve ana damarlara paralel olarak sölom içinde kalan organlar oluşmaya başlar. Beyin ve omuriliğin gelişimi bir başka plakanın sonucudur, ceninin büyümesi de aslında kuyruğa doğrudur. Bu gelişimin belli bir aşamasından sonra kol ve bacaklar bir uzantı olarak büyür. Sindirim ve sinir sistemi dürülür (tüpler oluşur), arada kalan tabakalarla “ete kemiğe bürünür” (kaslar öne ve arkaya doğru gelişerek karın boşluğunu kapatır).
“Yaşam pınarınız bel ile kaburga kemikleri arasındaki bir yerden fışkırır”
Gelişimin devamında ise ceninin boyun bölgesindeki kavislerden tiroid, hipofiz gibi dokular ortaya çıkar. Yüz şekillenir ve aslında iki taraftan oluşan bu dokular (GDO’cular bunu daha iyi okumalıdır) nihayetinde ortada kapanır. Orta hatta kapanma kusurları genellikle yarık damak ya da yarık dudak denen anomalilerdir, kapanma kusurları karında ve sırtta da nadiren görülebilir. Yani gelişim aslında iki yarımın oluşması ve sonunda ortada kavuşması demektir. Bu süreç simetrik başlar, karaciğerin sağda, dalağın solda olmasını belirleyen ise (kan hücreleri hariç) her hücrede bulunan tüysü uzantılardır, silia adı verilir. Bunun da detayı bilinmez, ama aynen bir “yaşam suyu” gibidir (kitabın sağdan ya da soldan verilmesine benzer), suyu tersten üflerseniz, karaciğer sola değil, sağa yerleşir (1). Karındaki bütün organları besleyen tek ana atardamar vardır, buna “sölom (sela) kütüğü” manasında “truncus coeliacus” adı verilir. Diyaframın hemen altından çıkar, karaciğer, dalak, mide ve bağırsak bu ana arterden beslenir. İşte Kitap’ta “yaşam pınarınız bel ile kaburga kemikleri arasındaki bir yerden fışkırır” sözünde belirir (Kuran, Tarık Suresi: “Göğe ve tarıka andolsun. Tarıkın ne olduğunu bilir misin sen? O karanlığı delen yıldızdır. Hiçbir can yoktur ki başında bir koruyucu olmasın. Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Fışkıran su damlacığından yaratıldı. Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkan. Allah onu tekrar yaratmaya kadirdir. Gizli işlerin ortaya çıkarıldığı günde. Onun hiçbir gücü ve hiçbir yardımcısı olmaz.). O sizin yaşam pınarınızdır, dahili topraklarınızı sulayan kaynağınızdır.
Velhasıl sela zamandan muaf Saklı Levha gibidir
“Organlarınızdan hangisi darbeye en hassas olanıdır” diye sorsam, bilmem ne cevap verirsiniz? Belki beyni bilirsiniz, aslında ağrı duyusu bile yoktur (her şeyi algılamak ayrıcalığına sahip olan, kendini algılayamaz). Aynı şey organların hemen hepsi için geçerlidir, organlar ağrımazlar. O halde söyle bir düşünün, darbe nereye gelirse en ağır ağrı oluşur? Maç yaparken top nerenize çarparsa büzülüp kalırsınız? Karın boşluğunuza gelen bir hafif darbeyle bile neden bu kadar kıvranırsınız? Organlar hassas değildir ki! Hassas olan onları çevreleyen bu zarlar. Testislerin etrafını kaplayan zar da aslında batının bir uzantısıdır, batında biterler, sonradan torbaya inerler. Apandisit de zara erişmediği sürece müphem bir sancısı vardır, ne zaman ki delinir, yani zara erişir, hasta o zaman yerini ayan beyan bilir. Sözün özü sela zarı hem batınınızı kaplayan, hem de sizi koruyan organınızdır.
Bundan bir süre önce sindirim sisteminiz sizin dahili topraklarınızdır anlamına gelen bir yazı yazdım (2). Sindirim sisteminiz sizin toprak yüzünüzdür. Nasıl cildiniz suya, akciğerleriniz havaya ve bilinciniz ateşe karşılık gelirse, özellikle kalın bağırsaklarınız sizin toprak dürtünüzdür. Yenilen gıdanın bir kısmı üst sindirim sisteminden emilir, geri kalanı ise kalın bağırsaklara verilir ve mayalanma tabi tutulurlar. Kalın bağırsaklar kendine ait bir beyine sahiptir (3, 4). Enterik (bağırsak) sinir sistemi denen bu doku, bağırsakların kendi işleyiş düzenini sağlar. Sindirimin bu boyutu tamamen bakterilerdir, bakteri olmazsa gerçekleşemez. O bakteriler doğuşta steril olan bebeğe annenin döl yatağından ve sütünün kanallarından maya olarak verilir, “gerçek süt yoksa” mayalanma da olması gerektiği gibi gelişmez (GDO’cular bunu da iyi okumalıdır).
Siz doğar, yaşar; ağlar ya da sevinirsiniz, oysa hikayenin bütünü bastığınız topraktır, aslında “sela” zeminindesiniz. Ve beri yandan, evet bu doku doğurgandır ama, gelişimde önce kendi kendini doğurur, yani aslında yıllar geçer soylar ürer zannetseniz de sela zemininde zaman yoktur! Yazılmış olanı mümkün kılar, geleceğe de hakimdir (om: kehanet, işaret, geçen haftaki yazıya bakınız), sela zemini Levh-i Mahfuz (Saklı Levha) gibidir. Valhasıl “doğar, yaşar ve ölürüz sanırsınız, oysa Levh-i Mahfuz’da tek zamandasınız.
Kaynaklar: 1. Schweickert A, Weber T, Beyer T et al. Cilia-driven leftward flow determines laterality in Xenopus. Current Biology 2007; 17: 60-66. 2. Dizdar Y. Sindirim sistemi ve işlevine yeni bir bakış (III): Varlık, toprak ve ara-yüz (Sorumluluk sahibi herkese ithaf edilmiştir). DÜNYA Gazetesi, 28.12.2011. 3. Malas MA, Aslankoç R, Üngör B ve ark. The development of large intestine during the fetal period. Early Human Development 2004; 78: 1-13. 4. Bates M. Development ot the enteric nervous system. Clinics in Perinatatology 2002; 29: 97-114.