Geçen hafta vücudun kurumasını önleyen ve ihtiyaca binaen yapılan moleküllerden bahsetmiştim. Bunların bir diğer önemli özelliği ise DNA’da kodlanan bir şablonlarının olmamasıydı. Bu hafta söz edeceğim “mukopolisakarid” (genin adına atfen MUC diye kısaltılıyor) sınıfının genel özelliği ise vücudun dış dünyayla temas eden iç kanallarını kaplamaları. Bu yüzeyler başlıca sindirim, solunum ve üreme sistemlerinden meydana gelmekte, MUC’un oluşturduğu salgı ise bizim “sümük” (mukus) olarak adlandırdığımız, su içeriği zengin, ama akışkanlığı zayıf bir bileşik. Yani nezle olduğumuzda burnumuzdan gelen sıvı aslında bu bileşiklerden oluşuyor. Mukus bileşimin genel adı olsa da, değişik bölgelerdeki salgıların farklı özellikleri bulunuyor. Geçen hafta anlattığımız glikozaminoglikan (GAG) sınıfının aksine, mukus proteinleri MUC olarak adlandırılan genler tarafından kodlanmakta, bugüne dek 20 çeşidi tanımlanmış. Yapı olarak çok büyük bu protein, DNA’daki şablonundan oluşturulduktan sonra hücre içerisinde orijinal formuna dönüştürülüyor. Tıpkı GAG gibi, daha sonra şeker molekülleri eklenerek son biçimini alıyor ve yüzeye salgılanıyor. Bu sümüksü proteinlerin de önemli özelliklerinden biri sülfür bağlarını içermesi. Parça moleküller birbirlerine bir cins menteşe işlevi gören sülfür bağıyla birleştiriliyorlar, dahası moleküllerin belli kısımları yine sülfür içeren amino asitlerden zengin bölgeler içermekte. Fare, insan, köpek gibi birbirine uzak canlıların müsinlerinde bu sülfürden zengin bölgeler hemen hemen aynı, yani sabit bir özellik göstermekte.
Sümüksü örtünün koruyucu işlevi, filtrelemenin bir başka biçimi
Müsin sınıfı moleküllerin bizim açımızdan taşıdığı önem “vücudun dış etkenlere karşı korunması” şeklinde belirlenmiş ve bu biraz “faydacı” saptamada son 50 yıldır herhangi bir değişiklik yok. Genel kabullenmeye göre müsin solunum yollarını (burun boşluğundan akciğerler dek) mikroplardan korumakta ve tozları uzaklaştırmakta, sindirim sisteminde asidin mideyi eritmesini engellemekte, bağırsaklarda da yine mikropların vücudu istila etmesini önlemekte. Dolayısıyla nezle olduğunuzda burnunuzdan akmakta, midenizde ya da bağırsaklarınızda sorun varsa sümüksü haliyle kendisini göstermekte. Ancak işlev olasılıkla burada kalmamakta, müsin tükürükte var (salya), sütte de mevcut, bebeği virüs enfeksiyonlarına karşı korumakta Yapı olarak kan pıhtılaşma faktörlerinin biriyle de çok yakın benzerlik göstermekte. Dolayısıyla aslında daha karmaşık bir işlevden söz ediyoruz.
Lakin sorunumuz yine aynı, son yıllarda artan hastalıkların önemli bir bölümü de müsinin hatalı yapımıyla ilişkilendirilmekte. Bu hastalıkların en önemlileri gastrit denen mide yangısı, kolit denen bağırsak yangısı (ülseratif kolit ve Crohn hastalığı bu grup içerisindedir) ve astım (sonrasında da KOAH) olarak adlandırılan solunum yolları hastalığı. Safra kesesi taşlarının da safranın “müsin çekirdek” üzerinde tabakalanması sonucunda oluştuğu ileri sürülüyor. Hastalıklara bu yönden baktığınızda müsin vücudu mikroplara karşı koruyan bir molekül olmanın dışında, aslında hava ve yiyeceklerin vücutla doğrudan temasını engelleyen bir filtre işlevi görmekte. İlişkili hastalıkların büyük kısmı yüzeyi kaplayan müsin tabakasının incelmesiyle ortaya çıkıyor. İyi de filtre neden inceliyor, zira müsinin yapısına giren maddelerin çoğu aslında vücutta sentezlenebilmekte. Üstelik son yıllarda yapılan gen düzeyindeki çalışmalar, bu aşamada da bir sorun olmadığını göstermekte. MUC genleri iki saat içerisinde proteine dönüşmekte. O halde nedir dokuların sıvısına paralel, yüzeyini de kurutan bu etmen?
Analiz yeteneğinin iflası, tıbbı matematikleştirme hatası
Vücut ve hastalıklar konusunda oluşturduğumuz yukarıdaki bakış açısı aslında size ve bize özel, çünkü biz bir sorunun nasıl irdelenmesi gerektiği konusunda ana akım tıptan daha farklı bakılabileceğinin farkındayız. Ana akım bugüne dek hastalığı tanımlamış, ama nedenini hiç araştırmamış (koruyucu tıbbın ölümü), tedaviyi önermiş, ama bunun mekanizmasını da irdelememiş (analiz yeteneğinin iflası). İşin daha kötüsü, mantığı anlamak yerine, detayın dibi olan moleküler tıbba sarmış. Durum böyle olunca olayları yüksekten gözlemleme yeteneğini kaybetmiş, yeni bakış açılarının geliştirilmesi açısından çok kısır kalmış. Bugün müsin de dahil olmak üzere, hemen her molekülün gen dizilimi çıkarıldı, türler arasındaki karşılaştırmaları bile yapıldı. Ancak görünen şey hep aynı, bu moleküller fareden insana ortak yapıdalar, benzerlik yüzdelerini saptamanız ise işlevin mantığı açısından hiçbir şey vermiyor. Kısacası bilginin anlamlandırılması (mana) gerekiyor.
Önemli not: Geçtiğimiz cumartesi Hatay Reyhanlı’da yaşananlar nedeniyle üzüntümüz ve kaygımız çok büyüktür.