Kendimi ilk bildiğimde bir mayıstı. Masmavi bir gökyüzüne açmıştım gözlerimi. Çetin geçen bir kışın ardından hava çabucak ısınmıştı. Bir meşenin gölgesinde oturuyordum, etrafım yoncalarla bezeli bir çayırdı. Geçen yıl gelinciklerin olduğu yere bu mayıs rezeneler taşınmıştı. Toprak nemine doygun, etraf çimen kokuyordu. “Ah” dedim içimden, “bu ne güzel bir bahar; oysa geride bıraktığım koca bir karakıştı.” Eteğimi kemiren çekirgelere inat çiçeğe yeni durmuştum, ortası siyah, tacı mor, her bir dalımda taşıyamayacağım kadar bol, leylaklara rakip bir menekşeydim. Güneşi derin derin içime çektim, ah ne güzel bir mayıstı kendimi bu ilk bildiğim.
Yine bir mayıstı, bu kez dere kenarına taşınmıştım. Uzaktan kurbağa sesleri geliyordu, sazların rüzgardaki sızıltısını duyuyordum. Yukarı komşularım papatyalardı, aşağıda gelincikler. Rüzgar estikçe bana göz süzüyorlardı. Bu sanki gizliden bir çağrıydı; belki de ben öyle sanıyordum. Ne de olsa yeni uyanıyordum. İçimden çok isterdim, ama ayaklarım oralı olmadı. Bizim yerimiz iki metre arayla bambaşka dünyalardı. Zaten uzun sürmedi isteğim, yine bir mayıs günü dere kıyısına gelen bir insana büyülendim. Yerimde sallandım durdum beni fark etsin diye. Oysa onun bakışları hep uzaklardaydı. Köküm yerinden gevşedi sallanmaktan, lakin fark ettiremedim kendimi. Sadece bir kez yaklaşır gibi oldu yanıma, o kadar eğilmişim ki yoluna, istemese de çiğnedi geçti. Böylece yine bir mayıs günü öğrendim ne olursa olsun kimse için yere eğilmemeyi.
Yine bir mayıstı, bu kez bir çocuk parkının yanında bitivermiştim. Havalar daha yeni ısınıyordu, bahçe henüz sessizdi. Geçen uzun kışın ardından ben de biraz durulmuştum, bir taşın çatlağına eğreti oturmuştum. Belli ki bu yaz kök salmak yoktu, çocuklar olmasa aslında benim bu bahçede işim yoktu. Çok geçmeden etraf şenlenmeye başladı. Taşın ardından iyi göremesem de seslerini duyuyordum. İçimden ne kadar istesem de onlara katılmam mümkün değildi; onlarsız bir park ne kadar sessizdi. Anlaşılan bu mayıs çok ıssız kalacaktım, sadece çocuk sesleriyle oyalanacaktım. Tam bunları düşünürken bir top yanı başımda belirdi. Sonra bir kızın kocaman meraklı gözlerini gördüm. Bu mayıs son hatırladığım bir vazo ve o çocuğun annesiydi.
Yine bir mayıstı, geçen mayıstan çok uzak değil bir parkın yakınlarındaydım. Uzaktan silah sesleri geliyordu, ürkek ürkek kapattım titreyen yapraklarımı. Az sonra koşarak geçtiler yanımdan, ben korkudan kökümün ucundan bakıyordum. Çığlıklar, çığlıklar yükseliyordu göğe. Yağan yağmur değildi, kanla yıkanıyordu toprak. Yeşil çimenler üzerinde neydi bu nifak, hiç anlamıyordum. Derken yanımda yığıldı biri, yüzünde korkulu bir masumiyet vardı, bedeninden sızan kan ta bana kadar uzandı. Öyle hüzünlüydü ki yüzü, o gözler, bakışlar ve akan kan; bana da hüznünü saçtı, o mayıs bütün çiçeklerim kıpkırmızı açtı. İşte o mayıs bir çiçek olduğumdan ilk kez utandım.
Yine bir mayıstı, bu yıl zar zor sığınacak bir avuç toprak bulabilmiştim. Yukarıdaki papatyalar, aşağıdaki gelincikler yoktu. Uzaktan ne kurbağaların sesini ne de sazların sızıltısını duyuyordum. Çayır, dere ve bahçe kurumuştu. Etraf gri mi gri koyu bir dumandı. Sert esiyordu kuzeyden rüzgar, zaten kış da çok yamandı. Koca bir keşmekeşin içerisinde yapayalnızdım. Anlaşılan bu dünyada haddinden fazla kalmıştım. Geçmişe özlem değildi benim içimde duyduğum, istediğim sadece biraz toprak, güneş ve suydu. Çaresiz kuzey rüzgarına avuç açtım. Kırsın geçsin diye yapraklarımı sonuna dek burdum ve bağrımda sakladığım son tohumları göğe savurdum. “Güneye gidin” dedim onlara, “denizin mavi, toprağın yeşil olduğu yere. Buraya kadarmış, beni yine de unutmayın ama, ben bazen kırmızı açan anneniz mor menekşe.”
Sonrasını bilmiyorum. Rüzgar ne kadar esti, onlar ne kadar uçtu. Bir kısmını belki daha konmadan kuşlar yuttu, bir kısmı belki güneye gidip toprakla buluştu. Belki bir ikisi hala bahçenizdedir. Saksıda sessiz açan davetsiz misafirlerdir. Eğer kırmızılarsa bilin ki onlar benim, bazen kırmızı açan mor menekşelerim.
(4 Mayıs 2002)