Geçen hafta bıraktığımız yerden devam edelim, “paranın olasılığı herkesi baştan çıkarır” yüzde yüz olmasa da genellikle geçerli bir kural olarak görülmektedir. Bazen bankada özellikle sıra beklemek gibi bir hobim var, işlemler yavaş olduğundan bir saatinizi sıcak ya da serinletilmiş bir ortamda sorunsuz geçirebilirsiniz. Dinlerken edindiğim genel izlenim, insanların parayı bazen yerseler, kötülüklerin kaynağı olarak görseler bile varlığına karşı duydukları emeldir. Bunu sağlayan olasılıkla paranın kendisi değildir, çünkü çoğu kişi paranın nasıl harcanacağını bilmez. Para, ona olmayan için olasılığının yarattığı “piyango çıkmışlık” duygusu sunar. Derste karşılaştığımız öğrencilerden de para kazanmaları durumunda gerçekleştirmeye değer bir hedef sayabilen yoktur. Bu kısmen para görmemiş olmaktan, ama daha çok zenginliğin koşullarını bilmemekten kaynaklanır.
Çoğu insan zengin olmanın kendilerini olası bütün sorumluluklardan kurtarabileceğine inanır. Zenginlik erken kalkmak, bir şey alırken bin kere düşünmek, bir yemeğe oturulacağında hesap konusunda endişe etmemek olarak algılanır. Haramilerin altınları “onlara çalışmadan sahip olunabileceği” seçeneği nedeniyle önemlidir. Bunlar çalınmış maldır, dolayısıyla çalınmış malın çalınmasının etik karşılığı tartışmalıdır. Oysa çalışarak kazananın parasının emek karşılığı vardır, getirdiği sorumluluk budur, kişisel emek bir kişiyi zengin edemez, toplu emeği organize etme becerisi kazancının artmasına neden olur, ama beri yandan çalışanlarına karşı sorumluluk yükler. Sorumluluk çalışanın “tuz hakkının” (salary, ücret) düzenli ödenmesi, hastalık durumuna karşı sigorta ettirilmesi, diğerlerinden fazla çalışıyorsa pirimle ödüllendirilmesi gibi çok sayıda zorunluluk sunar.
İkinci zenginler kulübü
İş daha büyüdüğünde orta ölçekli işletmenin bu kez kurumsal yükümlülükleri artar, kamu yararını gözeten işlere de kaynak ayırmalıdır. Bu işler genellikle çevre, eğitim vb. noktalara odaklanır, ancak kazanç çok yüksekse bu kez kendi kurumsal varlığını güçlendirmek adına müze açmak, ödül dağıtmak gibi biçimlere bürünür. İşin ilginç yanı, bunlar kişinin seçimi değil, daha çok girilmeye çalışılan zenginler kulübünün aidatları gibidir. Kulüp çok eskidir, en eski biçimi daha çok eğitime önem verir, bunu da en çok bir sonraki kuşaktan bekler; dolayısıyla kılık kıyafet, araba vb. eklentiler zaten standardın parçasıdır, imkan olmasına rağmen abartılmasından hoşlanmaz. İlk zenginler kulübünün ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmese de, üyeleri genellikle bankerdir, saf sermayedir, görünmez olduklarından bilinirlikleri sınırlıdır. Bizim bildiklerimiz genellikle ikinci zenginler kulübüdür, birinciden aldıkları sermayeyi iyi kullandıklarından öncül olmaları sayesinde zengin olurlar. Otomotiv sanayinin kurucuları; sonrasında bilgisayar, cep telefonu, yazılımlar, aklınıza ne gelirse bu ikinci kuşağın ürünüdür.
Üçüncü zenginler kulübünden sonrası
İkinci kuşak zenginler kulübünün geliştirilen seçenekleri başka coğrafyalara devretmesiyle de birlikte üçüncü kuşak zenginler kulübü ortaya çıkar. Bu grup ikinci kulübün uydu coğrafyalara verdiği bayiliklerden köken alır; toprak ağalarının aksine üretim yapmak zorundadır. Örneğin televizyonun t’si Türkiye’de yokken, 1968 yapımı filmden (Rosemary’nin Bebeği) gördüğümüz Amerika’da televizyonun uzaktan kumandası da vardır. İnsanlara uzaktan izlemek şansını verecek bir ekran, benzin doldurulunca ata gereksinimi ortadan kaldıran bir araba, dünyanın neresinde olursa alıcı bulacağından ikinci zenginler kulübünün üçüncüyü ortaya çıkarması zor olmaz; ama mutlak bağlılık isterler. İşte bu bağlılığın ilk kuralı yine iyi eğitimdir.
Ama para baştan çıkarıcıdır. Zaman içinde çalışılarak kazanılan bile, çalışmaya tenezzül etmeyen herkesin iştahını kabartır, bunun “bekleme yapmadan” elde edilmesinin en kolay yolu siyasi güçle yön değiştirmesidir.