“Gelin size Galata’yı gezdireyim” dediğim iki arkadaşımla birlikte yokuş aşağı girerken gördüm en son orayı. Kapısında bir inzibat bekliyordu, sokağa girmemize müsaade etmemesini anlayışla karşıladık.
En az kırk yıl önce bir kere meraktan girip dolaşıp çıkmıştık. Bir avluya bakan camla kaplı giriş katlarının arkasında kadınlar vardı; içerisi ana baba günü, bazı binalara girip çıkanlar, daha çok bayram öncesi alışveriş telaşını çağrıştıran bir hava. Henüz ergen olmuş erkek grupları, kapılardan cilveden çok çile yüklü davet sesleri; “kocacım gelsene”, “haydi gel hayatım, seni bekliyorum…”, hatırlayamadığım nidalar.
Orası İstanbul’un genç erkek ergenlerinin “milli olmak” olarak adlandırdıkları ilk cinsel deneyimlerinin başlangıç noktasını oluşturuyordu. Anlatılan, çoğunun içeri girmesi ve çıkması bir olsa da, karşı cinse hiç dokunmamışlar için ilk ispat oluyordu. Kapılara yakın geçenlerin tutulup içeri çekilme olasılıklarında olsa gerek, biz sokağın hep ortasından yürüdük. Aslında çıkmaz bir sokak olarak geçerdi Zürafa Sokak, Yüksek Kaldırım’dan aşağı Karaköy’e indiğinizde solda kalan son sokaklardan biriydi.
Kerhane tatlısı
Mamafih Mumhane Caddesi olarak bilinen aşağı yoldan çıkarak erişmek de besbelli mümkündü. Bazı sokakların başı, gecenin ileri saatlerinde bile yoğun görünürdü. Zaten sokağın hangisi olduğunu köşe başında bekleyen seyyar tatlıcılardan anlardınız. Şerbetli kızartılmış tatlılar, ama nedense halka biçiminde yapılmış olanları esas ilgiyi çekerdi, bu halka tatlı zaten “kerhane tatlısı” olarak bilinirdi.
Sokağa hiç girmemiş olanların fantezilerinin ne olduğunu dinlemedim, aslında ortam var olan en azgın hevesleri bile bitirirdi. Ya da tam tersi, bu ortamda bile iş tutmayı beceren, bana göre bedenine zaten hakim değildi. Nitekim bir öğle vaktiydi ve evlere buram buram lahmacun servisi yapılıyordu. Koca bir tepsiyi kalabalığa rağmen başının üzerinde taşıyan bir adam, yanında ayranlar. Anlaşılan lahmacunlu cinsellik sokağa çekilenlerde bir itilme hissi yaratmıyordu; bedenin soğan kokusundan da coşku duyması, kurşunun adres sormaması bu olsa gerek.
Binlerce elden on binlerce mısra
Girmeyi başarmış olanların anlattığı anekdotlarda da aslında bir şey yoktu; mesele milli olma tutkusuydu, lahmacunlu milliliği ise hiç öğrenemedim. “Yukarıda on numaraya çık bekle aşkım”, ya milli adayına havaya girebilmek için verilmiş bir avans ya da henüz bitmemiş kahve falının tamamlanması için fazladan beş dakikaydı. Daha büyüklerin aktardıkları detaylar, odaya girerken verilen peçete için ödenen para (maçlarda verilmeyen penaltıların, sayılmayan gollerin kökenidir), çıkarken ikram edilen kolonya, hele kapıda bekleyen arkadaşlar varsa büyük bir maceraya dönüştürülmeye çalışılan kurgu; olasılıkla ortada bir macera yoktu.
Temaşanın hiç eksik olmadığı bir sokaktı Zürafa; ister kerhane tatlısının şerbet damlaları, ister millilik hevesinin yalandan zafer turlamaları, ama daha çok genç kızlık hayallerinin gömüldüğü son Arnavut kaldırımları. Son gördüğümüzde artık boştu.
“İçeri girip fotoğraf çekmek isteyen çok oluyor” dedi inzibat, “o yüzden bizi kapıya diktiler”. Boş odaların duvarlarında, hapishane usulü, binlerce elden çıkmış on binlerce mısra vardı.
“Toptan mı yıkacaklar, hiç olmazsa bazı kısımları restore edip korusalardı?”
“Biz bilmeyiz” dedi.
Ben de yakın tarihi anlatayım dedim o zaman.